HAKKIDIR HAKKA TAPAN MILLETIMIN ISTIKLAL

usul nedir?

ana sayfa
ARAPCA
Benim Siirlerim
güzel söz
INGILIZCE
kuran ogreniyorum
kuran-i kerim
40 hadis
elmalili tefsiri
islamacevap sitesini kuranlara benim sitilimle reddiye ve cevap
islamda hicret
3 aylar
incil
dinler arasi diyalog nedir?
who is paraclet?
osmanli tarihi
sozluk
program indir
kissadan hisse
esma ul husna
alimler
islami siteler
tefsir
arapca genel
misiri taniyalim
kiyamet alametleri
firavunlarin sonu
Danamarka ne istiyosun muslumanlardan
siyonizm donemi
indir
ezgiler
kitaplar
istiklal marsi
fetvalar
zuhru ahir nedir?
satista vade varmidir?
miras
israiliyyat nedir?
bush`a ithaftir
ilahiler
faydali linkler
firkalar
mehdi kimdir?
ehli sunne vel cemaat
nesefi akidesi
Selam
begenilen yazilar
siyer-i enbiya
usul nedir?
islam tarihi
gizli dunya siyonizmi
tevhid delilleri
teklif ve mukellef
tasavvuf
Namaz hocasi
Veda hutbesi
fikhul ekber
Uydurma hadis nedir?
kelam
iman nedir? islam nedir?
yeni fikirler
MISIRDA OSMANLI ESIR KAMPI VE ERMENILER
sozde ermeni soykirimi nedir?

USÛLU'L - FIKIH

    "Usulü fıkıh ilmi, şer'î  hükümleri  edille-i tafsiliyesinden, yâni: muayyen, müşahhas delillerinden   istinbata  vesile olan bir ilimdir. Başka bir tarif ile "şer'î hükümleri" şer'î deliller  ile  ispat  haysiyetile  bu hükümler  ile  bu   delillerden   bahseden  bir  ilimdir.

   Meselâ: bey'  helâldir.   Bey'in   bu   helâl   olması,  bir  hükmü  şerîdir.   Bu  hükmü şer'î   ise   bir   delili  şer'î  olan ( ...)  âyet-i  celilesinden   istinbat   olunmaktadır.   İşte bize bu  gibi  istinbat  yollarını  vuzuh  ile  bildirecek  olan, usulü  fıkıh denilen yüksek bir ilimden   ibarettir.

    Fıkıh, ibadata, muamelâta, ukubata ait bütün şer'î meseleleri ihtiva eden, İslâm hukukunu vücude getiren malûmatın heyeti mecmuasıdır. Bunun mübtena aleyhi, istinatgahı, yegâne kaynağı da edille-i erbaa  denilen  kitabullah   ile  sünnet-i  nebeviyeden ve icmaı ümmet ile kıyası fukahadan ibarettir.   İşte bu dört esas, fıkhın usulünü teşkil etmektedir.

    Maamafih  ilmi  usul,  tefsir,   hadis,  fıkıh,  belagat, lisaniyat, ilmi âdâb gibi birçok ilimler   ile de alâkadardır,  bu   ilimlerden de  istimdat eder, bu cihetle gayet geniş mevzuları   daire-i  tetkikine   alır.

      Hükmü şer'î,  bizim  gibi  kulların  fiillerine   müteallik  olup  şarii  mübinin hitabile sabit olan farziyet, vücub, nedb, ibaha, hıll,  kerahat,  hürmet, sıhhat, fesat, butlan gibi şeylerden  herhangi  biridir.

    Meselâ:  mükellef   bir   insanın yaptığı bir ibadetin farz veya vacib veya sünnet olduğuna ve akd   eylediği   bir muamelenin sahih, nafiz veya fâsid, gayri nafiz bulunduğuna   ancak   şarii   hakimin   o   husustaki   beyanile   muttali   oluruz.

    Delili   şer'î,   kendisine   sahih   surette  nazar edilmesi, bilinmesi, matlûp olan bir hükme insanı kavuşturan nazmı Kur'ânîden  veya Sünneti nebeviyeden veya İcma' ile Kıyastan   herhangi   biridir.   Meselâ : (kadınlardan  size  helâl  olanlar ile evleniniz..) nazmı şerifi, bir şer'î delildir. Buna nazar edince izdivacın meşru, helâl bir muamelede olduğunu  anlamış  oluruz.

   Kitap ile, yâni: Kur'anı mübîn  ile Sünneti  nebeviyyenin  ihtiva  ettiği   delillere  «edille-i semiyye» denir ki, bunlar, şarii mübinden sübutları ve birer hükmü şer'iye delâletleri itibarile şöylece dört kısımdır. Bu cihetle matlubu ispat bakımından kuvvetleri de mütefavittir.

(1) : Sübutu da, delâleti de kat'îdir. Bütün   âyat-ı Kur'aniyenin   sübutu  kat'îdir.  Çünkü en muazzam,  mükemmel  bir  tevatür  ile  Resul-ü Ekrem'den  kelâmı  ilâhî  olmak üzere menkuldür.   Bunlardan  müfesser  ve  muhkem  denilen  âyetlerin  ise sübutları kat'î olduğu   gibi  delâletleri de  kat'îdir.

(2) : Sübutu kat'î, delâleti zannîdir. Müevyel denilen âyetler  ile tevatüren menkul olup elfazı   müevvel bulunan hadisler gibi ki, bunların sübutları tevatür ile olduğu cihetle kat'îdir. Fakat lâfızları müteaddit mânâlara şâmil olduğundan bunlardan hangi birine delâletleri  zannîdir.

(3) : Sübutu zannî, delâleti kat'îdir. Haberi  âhad  kabilinden  olup  elfazı,  müfesser  veya muhkem  olan  ahadis-i şerife  gibi.

(4) : Sübutu da delâleti de zannîdir.  Haberi  ahaddan olup elfazı müteaddit mânâlar arasında  müşterek  olan  ahadis-i  şerife  gibi."  (Ö.Nasuhi  Bilmen, "Hukukı  İslamiyye  ve  Istılahatı  Fıkhiyye"  KAMUSU, C/1,  sh:38-39. Bilmen  Bas.  ve  Yay.1985.İst.)

 

    Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi. Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana   gelmiş  bir  terkiptir.   Usûl,  "asl" kelimesinin çoğuludur. "Kökler, asıllar, üzerine bir şey bina edilen şey" manalarınadır.  Sözlükte,   anlayış   anlamına gelen fıkıh ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan şeri-amelî hükümleri bilmektir" şeklinde   tarif edilir. Buna göre usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına gelmektedir. Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden  çıkarabilmesi   için   gerekli  olan kural ve prensiplerdir" diye tarif edilmektedir. (Âmidî, el-İhkâm fi Usûlü'l-Ahkâm, c/l, sh:7 vd.   Şâkiu'l-Hanbelî, İlmi Usûlü'-Fıkıh, 31 vd; Abdülvehhâb Hallâf İlmi Usfilü'l fıkh, 11; İbrahim Kâfi Dönmez, İslâm   Hukuk   Esasları,  terc. 23, 24).

     Bu  tariflerden   anlaşıldığı üzere usulü'l-fıkıh bir metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği   ilim  ise  fıkıhtır.  O halde bu  ilim  fıkıh  metodolojisi  ilmi   demektir. Bu ilme İslâm  hukuk   metodolojisi denilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü fıkıh, sadece hukuk ilmi değildir.   Hukuk, fıkhın   bölümlerinden   biridir. İslâm hukukunun çeşitli   dalları   fıkıh   içerisinde ele   alındığı gibi, ibadetler de fıkıh içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla ibadetle ilgili hükümlerin kaynaklardan çıkartılma metotları da usulü'l- fıkıh  tarafından belirlenmektedir. Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı kaynaklar   temelde  ikidir. Bunlar Kûr'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait hüküm Kur'ân ve Hadiste   her  zaman  aynıyla mevcut ve açık değildir. Ya da Kûr'ân ve Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, amm vs. gibi değişik biçimlerde varid olmuştur.

     Karşısına   amelî  bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü ortaya koymak   için   Kur'ân'ı   ve  Hadisi   araştırır.   O   mesele   ile   ilgili olan âyet veya hadisin   ne   tür  bir   kalıpta   olduğunu  araştırır. Mesela lafız emir kalıbı ile gelmişse, emrin   vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini göz önüne alarak o hükmün farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça belirlenen benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak ve daha başka temel kaidelerden   yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur.  İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek   için   yararlandığı  kaideleri  tesbit  eden  ve  içeren  ilme   usulü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir.   Demek oluyor ki; usulü'l fıkıh;   müctehidin,   Kûr'ân   ve   Hadisten hüküm   çıkarabilmek   için   ihtiyaç duyduğu kural ve kaidelerden meydana gelen bir ilimdir.    ( Hüseyin  KAYAPINAR)

 A. AZİZ

USÜL  NEDİR?

      Lügat  anlamı :  Asıl.   Ana, baba.  Cedler.  İstinadgah.   Racih  delil, kaide.  Asıllar,  kökler,  temeller.    Tarz,  metod, tertib.  (Büyük Lügat, Usül  maddesi. sh: 1026)

      Istılahi anlamı:   Bir  ilmin  asıl  mevzuundan  önce  öğrenilmesi  lazım  gelen  esaslar.  Bir  hedefe  ulaşmak  için  tutulan  düzenli  yol. (Büyük Lügat, Usül  maddesi. sh: 1026)

   Usul-ü  Erbaa :  Edille-i  Şeriyye.Fık.  Fıkıh  ilminin  istinad  ettiği  deliller:

   1- Kitap,  yani  Kur'an-ı  Kerim'de ki  deliller.

   2- Sünnet

   3- İcma-ı  Ümmet.

   4- Kıyas-ı  Fukaha.

   

    Usul-ud-din  :  İlm-i  Kelam.

    Usuliyun      :  Fıkıh  Usulüyle  uğraşan   İslam  alimleri.  Usul-ü  Fıkıh  müellifleri.

    Usul-i  Fıkıh :  Daha  önce  açıklamıştık.

    

         Usul  ilmi  kadar  önemli  bir  ilim  dalı  yoktur.  Günümüzde   çeşitli  meslek  dallarında  ihtisaslaşma  yolunda  gelişen  teknoloji  ve  bu  teknolojiye  ayak  uydurabilmek  için  insanların  tüm  enerjilerini    harcamaları  usul  ilminin  önemini  ortaya  koymaktadır. 

            İslami  ilimlerin  tahsilinde ki  engeller  mü'minlerin  kamil  manada  ilmi  riyaseti   elde  etme  noktasında  fetret  dönemi  yaşadıklarını  söyleyebiliriz.   İster  tefsir  sahasında,  ister  hadis  sahasında  isterse  fıkıh  alanında   olsun  mü'minlerin  belli  ilimleri  elde  edebilmeleri  için   mutlaka  usül  ilimlerine  riayet  etmeleri  şarttır.    Günümüzde  kendilerini  müctehid  zanneden  bazı  gafil  ilahiyatçı  Prof'ların   düştüğü  asıl  hata   bu  usül  meselesidir.   Ellerine  aldıkları   Kur'an'dan   heva  ve  heveslerine  göre  hüküm  çıkardıklarını  ve  müctehid  ulemanın   ictihadlarını  çürüttüklerini  zannetmektedirer.  Oysa  bu  modernist  gafillerin  ister  tefsir  konusunda,  ister  hadis  konusunda,  isterse  fıkıh  konusunda   ileri  sürdükleri  yorumlarının  ilmi  edeb  noktasından   hiçbir  kıymeti  yoktur.

        İlim  ehli  İslam'i  meselelerde  konuşabilmek  ve  yazabilmek  için  hangi  usullerle  çalıştıklarını,  hangi   edebe  riayet  ettiklerini,  kendilerinden  önceki  ulemanın   takip  ettikleri   ilim  elde  teme  yollarını   nasıl   takip  ettiklerini   çok   hassas  bir  şekilde  ortaya   koymuşlardır.   İlim  ehli   olmak  isteyen  Prof'ların  önce  ulemanın   ilim   elde  etmede   takip  ettikleri   silsileyi   çok  iyi   anlamaları   o   büyüklerin  yolunu  takip  etmeleri     şarttır.  

  Yoksa  hem  kendileri  helak  olurlar,  hem de  kendilerine  uyan  avanelerini  helak  ederler.  Mahşer  günü  beyan  edilecek  mazeretlerin  ve  özür  beyan  etmelerin  hiçbir  öneminin  olmayacağının,  ağlama-sızlamaların    fayda   sağlamayacağı    kesindir. 

     Bir  müctehidi  taklid   etmeyi  hevalarına  yediremeyenler;  mezhebsizlik  fitnesine  bulaştırdıkları  o  kadar  insanın  vebalini  nasıl  üslenmektedirler?   Yazar  çizer  arasında   çokça  zikredilen  ve  imamlara  atfedilen  şu  mübarek  lafza  bir  bakalım.  Bu  lafzı  söyleyen  imamlar   kimler  için  ve   neyi   kastederek   söylediklerine   bir  bakalım. İmam-ı  Şarani  (rh.a)  tarafından  dört  mezheb  imamına  atfedilen  söz  şudur : "Sahih  hadis  varsa  benim  mezhebim  odur."   Tabii  imamlar    bu  sözü  söylerken  ne  demek  istemişler  bir de  ona  bakmak  lazımdır.  Konu  ile  ilgili  tarihten  ve  büyük  imamlardan  tek  bir  misal  vererek  konuyu   kapatmak  istiyorum.

 

   "Ebu'l-Hasen Muhammed b. Abdilmelik el-Keracî eş-Şâfii (458-532)' nin — Fakih ve Muhaddis idi— sabah namazında kunutu okumadığı ve «Bence Rasûlullahın sabah namazında kunutu  terkettiği  sahihtir.»  dediği  nakledilmiştir.

   Ben de —yâni es-Subki— sabah namazında kunutu bir müddet terketmiştim. Sonra öğrendim ki, Rasûlullahın sabah namazında okuduğu sahih olan kunût, Ri'l ve Zekvân kabilelerine, ayrıca  sabah  namazı   dışında da  ettiği  beddua imiş.  Sabah namazında kıyamdan  sonra  kunût  duasını  mutlak  olarak   terk  etmesine  gelince,   bu konuda İsa b. Mâhân'ın  rivayet   ettiği   bir   hadis   vardır;   İsâ hakkında, malûm olduğu  üzere  tenkidler mevcuttur. (1)  Onun   hakkında   söylenenleri   zikretmenin yeri burası değildir. Sonra tekrar   kunutu   okumağa  başladım; şimdi  artık  kunutu  okuyorum.   Burada   eş-Şâfiî'nin sözüne   ters   düşen   bir-şey   yoktur;   bunun sebebi bizim görüşümüzün   kusurudur.» İmam es-Subki'nin sözü sona erdi.

     Bu   sözler, düşünen kimseler için ne kadar ibretlidir!. İbn Ebi'l-Cârud'un —ki o eş-Şâfiî'nin   tilmizlerindendi  ve   ilimdeki   mevkii   malumdur— ve onun  gibi, belki ondan daha   âlim   olan  Ebu'l-Velîd  en-Neysâbûrî  (v.349) 'nin — o da,  sadece  râvi değil,  hem rivayet   hem de   dirayet   ehli   imamlardandı — hâli   böyle   olursa;   bununla birlikte, yemin  ederek, eş-Şâfiî (150-204) nin   mensûh   olduğunu  kabul  ettiği  için  bilerek terkettiği   bir hadis ile amel edilmesinin   eş-Şâfiî'nin   görüşü olduğunu   ileri  sürerlerse, bu âlimlerin  hâli  bu   olursa,   zamanımızdakilere ne demeli!      eş-Şâfiî'nin   bir   tek  fıkhi görüşünü   bile   anlamaktan  âciz  olanların,   eş-Şâfiî'nin bu sözü ile amel etmeleri caiz midir?

    H. 257-282 tarihleri arasında vefat eden 9. tabaka ricalinden bahsederken, sonunda şöyle demiştir:  «Yâ  Şeyh,  nefsine acı ve insaf et, şu  huffâza  kötü  gözle  bakma,  onları kusurlu  görme,  ve   onların  zamanımızdaki   muhaddisler   gibi olduğunu  da zannetme. Hâşa ve kellâ,  zamanımız muhaddislerinin en büyükleri içerisinde bile, onların ilmî seviyelerine   erişebilecek   bir kimse yoktur, öyle sanıyorum ki sen, aşırı gittiğin şahsi görüşlerin  sebebiyle,   sözle   olmasa   bile   lisan-ı  hâl   ile «Ahmed  (b. Hanbel) de kim? Îbnu'l-Medînî  neyin  nesi?   Ebû   Zur'a   ve   Ebû  Dâvud  da   kimmiş?» diyorsun.  Ya hilim  ile   sükût   et   veya   ilimle   konuş.   Faydalı ilim, şu saydıkların gibilerden gelen ilimdir, lâkin senin fıkıh imamlarına olan nisbetin, zamanımızdaki muhaddislerin hadis imamlarına olan nisbeti gibidir.  Ne biz, ne sen; fazilet sahiplerinin faziletini ancak fazilet sahipleri  bilir.»

    Bunlar,  munakkıd Hafız ez-Zehebî'nin sözleri. O ki, son devirlerin büyük muhaddislerinden   pek çoğunun   yaşadığı   H. 3. asırda yaşamıştı.   Bu  asrın   başında, imam   İbn  Dakîkil-İyd  (v. 702),  sonunda da Hafız  İbn  Receb  el-Hanbelî (v. 795) vardı. Allah   hepsine   rahmet   eylesin,   bunlara   bak da   ibret  al,   hakikati   gör.

      Bu imamlardan   birinin, ilmin tamamını ihata ettiğini iddia etmesi bir yana, kendi şahsı için  ilim  iddiasında   bulunduklarını bile görmedik. Bununla birlikte onlar, sünnete vukuf ve lafızlarına, isnadlarına  ve   mânâlarına vakıf olma hususunda haris idiler. Ali b. el-Medînî (161-234) şöyle demiştir:   «Hadisin   mânâlarını   kavramağa   çalışmak   ilmin yansı, rical  de öbür yansıdır.»  

     İşte   Ebu'I-Hasen  el-Keraci  (458-532)!

    Gördüğün gibi es-Subkî (683 - 756) ona   «Fakih  ve Muhaddis» demiş, talebesi es-Sem'ânî (467-510) de «imam, vera' sahibi, âlim, fakih, mufti, muhaddis, şâir, edib» unvanlarını vermiştir. (2) Buna rağmen, mezheb imamına muhalif olarak hadîsin sahih olduğunu   ve   imamının   «Sahih  hadîs  varsa,  benim  mezhebim  odur.» ve   «Benim görüşümü   terkedin,  hadisle amel edin»   sözlerine   dayanarak   kunutu terketmiştir. Bununla   birlikte,   kendisinden   sonra gelenler onu tenkid etmişleridir; es Subkî de bunlardan   biridir,   Tabakâtu'ş- Şâfiiyye, VI, 138, 139'da   onun   terceme-i   hâlini   verdikten   sonra,   mezkur   görüşüne   temas   ederek şöyle demiştir: «Onun önünde, aşılması   son   derece zor iki engel vardır. Kunutun   nehyedilmesiyle   ilgili   hadisin   sahih olmasına   gelince,   heyhat,   bunu   tesbit   edebilmesi   çok  zordur. Kunutun terkedilmesinin   eş-Şâfiî'nin   mezhebi   olduğunu   kabul   etmesi  de  aynı  şekilde  zordur.»

       İmam et-Takî es-Subkî (683 - 756) de,   üzerinde   yetiştiği   Şafiî   mezhebine   uyarak sabah  namazlarında   kunutu   okuyordu.   Sonra   el-Kerâcî'nin   bu  meselesine muttali olunca   kunutu   terketmiştir.   Daha   sonra   tekrar   kunûta   döndüğünü   görüyoruz. es Subkî haklı olarak «Müctehid-i mutlak» veya «Müctehid fi'l-Mezheb» olarak  vasıflandırılmıştır.   Onun muasırı Hafız ez-Zehebî (673-748)  onun,  hadîs   ve  fıkıh  ilminde asrının   şeyhi   olduğunu  söylemiş ve es-Subki Şam'da Emevî Camii'nin hatibliğine tayin edildiğinde,   onun   hakkında:  «Hâkim, Bahr, Takî,  asrın   bütün   şeyhlerinin  en  hafızı, en müttakîsi,  onlann  en   büyük   kadısı   Ali  (3)  üzerine  çıktığında,  Emevi   câmiinin minberi   ona   müheyya   olsun!»   beytini   söylemiştir.

     Bu  derece  ilim  sahibi   olduğu   halde, es-Subkî  bile  böyle  tereddüdde  kalırsa,  ondan daha aşağı derecede bulunan bir kimsenin, eş-Şâfiî'nin sözünün zahirine sarılıp da; hem kendinin  hem de  başkalarının kafasını karıştırıp, müslümanların bizce de kabul edilen muteber  ve  mutemed   imamlarından   birinin   sözü   ile  amel ettiğini ileri sürerek, sahih olan   her  hadisle  amel   etmeğe   kalkışması   caiz   olur  mu?

    Başkalarının başına gelenlerden ibret alıp da, küçüklüğümüzden beri, Allanın kendisine uymamızı   nasib   ettiği   bir   imamın   görüşlerine   tâbi  olmamız   gerekmez  mi?

    Sonra  es-Subkî   (683-756),   mezkûr  risalenin 106. sayfasında, Ebû Şâme el-Makdisî (599 - 665) ye  ait   ve   içersinde   mevzuumuzla ilgili kısımlar bulunan uzun bir metin nakleder  ve  bu  metnin  başında es-Subki  «İbnu's-Salâh'ın   tilmizi   ve   en-NeVevî'nin şeyhi   Ebû  Şâme   der ki...»  diyerek daha  sonra  onun  sözünü  nakleder.   Bunun  sonunda   Ebû  Şâme  şöyle  demektedir :   «Buna ancak, içtihadı malum olan bir Alim kalkışabilir ki,   eş Şafiî (150-204)'nin  «Benim görüşüme muhalif bir hadîs gördüğünüz zaman,  hadisle  amel  edin, benim görüşümü terkedin.» sözüyle  kasdettiği böyle bir kimsedir,   yoksa   herkes   bu   işe   kalkışacak  demek değildir.»

     Muhaddis, fakih,  takva  sahibi  imamlardan naklettiğimiz bu son derece mühim açıklamalar neticesinde, eş-Şâfiî'nin bu sözüyle kimi kasdettiğini ve onun; aslında böyle olmadıkları halde, ilme ve âlimlere karşı büyüklük taslayanları kasdetmediği anlaşılmış olmaktadır."  Usül  derken  nasıl  bir  usülden  bahsettiğmiz  herhalde  daha  iyi  anlaşılmış  oldu  değil  mi?  Anlayana  sivri  sinek  saz,  anlamaya  davul  zurna  az!

 Allahü  Teala (cc)  mü'min  kardeşlerimi  bu  fitneden  (mezhebsizlik  ve  reformculuk)  FİTNESİNDEN  emin  eylesin.  AMİN   

 

(1)  Muhaddislerin  onun  hakkındaki  sözleri  için  bkz:  Mizânu'l-İ'tidal, III, 319 (Mütercim).

(2) et-Tâc es-Subkî, Tabakâtu'ş-Şafiiyyeti'l-Kubrâ, VI. 138.

(3) et-Taki  es-Subki'nin  adı  Ali,  tam   adı da  Ali  b. Abdilkafi  es-Subki'dir.  (Muhammed 

      Avvame,  İmamların  Fıkhi  İhtilaflarında  Hadislerin  Rolü, sh:37-41) 

USUL-Ü TEFSİR

     Tefsir   usûlü  ya da  İlmu Usûli't Tefsir, Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı  olmak üzere onu, insanların  zihinlerine,   akıllarına   yaklaştırma  çalışmaları diyebileceğimiz   tefsirin ve müfessirlerin   prensiplerini,   şartlarını   ve  çerçevesini belirleyen, tarihini   tesbit   eden ilim veya ilimlerin  hepsine birden verilen isimdir. Zaman zaman "Kur'ân ilimleri" (Ulûmu'l-Kur'ân) adıyla da anılmıştır. Hattâ ilk devirlerde Tefsir usûlü yoktur, Ulûmu'l-Kur'ân  vardır   ve   bu   iki   kavram   birbiri   yerine  kullanıla  gelmiştir.

     Tefsir usûlü, Allah kelâmı olan Kur'ân üzerinde her önüne gelenin beşerî bir takım arzu ve heveslerle  Kur'ân   lâfızları   üzerine yüklenilmesi   mümkün   olmayan manâlar yüklemeye kalkışması ve böylece   manevî   bir  tahrif   yoluna   gidilmemesi   için ortaya çıkmış ve duyulan ihtiyaç  ölçüsünde   gelişmiş   bir   bilim   dalıdır. Meselâ   Hz. Peygamber (s.a.s.) hayatta   iken  nasıl onun   dışında   herhangi   bir   insanın   tefsirine   ihtiyaç   duyulmamışsa   aynı   şekilde Tefsir usûlüne de ihtiyaç   duyan   olmamıştır.  Çünkü sahabe-i kiramın, Kur'ân'ın lâfızlarının delâleti üzerinde herhangi bir tereddüdü veya sorusu olduğunda hemen vahiyle desteklenmekte olan Peygamber'e müracaatla müşkilini halediyordu. Bu yüzden Asr-ı Saâdet'te tefsir usû-lü'nün varlığından   bile   bahsedilmemektedir.

     Ama  İslâm âleminin sınırları   genişleyip   Arap   olmayan   unsurların  da   İslâm'a    girmesiyle   H. II.  asırdan başlayarak tefsire duyulan ihtiyaç yanında, tefsirin kontrol altına alınması ve dolayısıyla   prensiplerinin   konulması,   bir   çerçeve   çizilmesi,  her   önüne   gelenin -bu arada sapık bir   takım mezheb sâliklerinin   kendi mezheblerini terviç eder mahiyette aslı astarı olmayan, herhangi   bir   ilmî ve şer'î dayanaktan yoksun- bir takım tefsir ve te'villerde bulunmaya kalkışmaması   için   bir   takım ön şartların tesbit edilmesi ihtiyacı da bunun peşinden ve kendiliğinden   ortaya   çıkmıştır.

    Dolayısıyla   tefsir    usûlü'ne ilişkin ilk eserler de, ilkönce tefsirlerin mukaddimeleri şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşerek ulaşabildiğimiz kadarıyla H. III. asırda kaleme alınmış olmalıdır.   Aynı   zamanda    meşhur    bir   mutasavvıf    olan    Haris el-Muhâsibî (öl. 243/857)'nin "el-Akl   ve   Fehmu'l Kur'ân"   adlı eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma olarak takdim edilmektedir.    Daha sonraları     Ali  İbn   İbrahim   el-Hûfi   (öl. 430/1038)   tarafından   kaleme alınan   "el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına   bu   sahadaki   ilk   eserdir   diyenler de   vardır.

    Oldukça dağınık ve sistematik olmaktan uzak ilk çalışmalardan sonra tefsir Usûlü'nde ilk ciddî çalışma   herhalde   Ebu'l-Ferec  İbnu'l-Cevzî   (öl. 597/1200) tarafından yapılmış olmalıdır. Bu sahadaki   "Funûnu'l-Emân fi Ulûmi'l-Kur'ân" (Hasen Ziyâuddîn Itr tahkiki ile Beyrut 1408/1987) ile "Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân" (Abdulfettâh Aşur tahkiki ile Kahire)   anılan   tefsir   usûlü  çalışmalarının ana kaynaklarından olması hasebiyle önemlidir.   Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân ise daha sistematik olup Kur'ân   ilimleri onbir bâb'a ayrılarak incelenmiştir. Bundan iki asır sonra ez-Zerkeşî (öl. 794/1392)'nin   yazdığı,   "el-Burhân tî Ulûmi'l-Kur'ân"da   Kur'ân   ilimleri 47;  Suyûtî (öl.911/1506)'nin   en-Nikayesi'nde  55;  et-Tahbîr  fi Ulûmi't Tefsîr'inde 102 ve bu sahadaki en meşhur   eser   olan   el-itkan fi Ulûmi'l Kur'ân'ında 80;    İbn Akîle   el-Mekkî (öl. 1150/1737)'nin ez-Ziyâde  ve'l ihsan fi Ulûmi'l-Kur'ân adlı eserinde de 150 ilim olarak ele alınıp incelenmiştir (Abdulğafur Mahmud Mustafa Cafer, Dirâsât fi Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire 1987, s. 49-60; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynaklarr, İstanbul 1991, s.13-43; Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire 1981. s. 8-10).

     Bu eserlerden   sonra   zamanımıza   kadar ve zamanımızda yazılan tefsir usûlü sahasındaki müstakil eserlerde herhangi bir yeniliğe rastlamıyoruz. Belki bir takım sivriler tarafından, anılan klasikleşmiş   eserlerdeki   bazı   ilimlerin reddedilmesi   veya   sınırlandırılması   veya   inkârı   gibi bir   takım   şaz   ve   genel   kabul   görmeyen   girişimler   söz   konusu   olabilmiştir.

    Bunların   dışında   tefsîr usûlü sahasında yukarıda anılan eserlerde söylenilecekler söylenmiş, genel hatlar çizilmiş, prensipler oturtulmuştur ve bu yüzden yeni bir şeyler söylemeye aslında pek gerek de   kalmamıştır. O halde yapılan  ve  yapılacak   olan   belki   bu  eserlerdeki   bilgileri   biraz daha   sistematize   etmek,   daha   kolay   anlaşılır ve istifade edilir hale getirmektir ki genelde yapılan  da  budur.

   Bütün bu çalışmalar   İslâm'ın   birinci   derecede   kaynağı   olan Kur'ân-ı Kerim'i tahriften korumak, ondan insanlığın istifadesini kolaylaştırmak ve daha yaygın hale getirmek gayesine yöneliktir.    Bu hizmeti yanında Kur'ân'a bakış açısını daraltmak ve Kur'ân'ı tefsire girişecek olanların   önüne   aşılması   oldukça   zor   görünen   engeller   koymak   suretiyle cesaretlerini kırmak   gibi   bir   fonksiyonundan da   bahsedilebilir.

    Ama  asırlar   boyu  süren tecrübeler, hem de Kur'ân'ı   ve   İslâm   şeriatını bozma veya yozlaştırma   çalışmaları   karşısında   tefsir usûlü âlimlerinin tesbit edip koyduğu ön şartlar da neticede   "Bir  müfessirde  olmazsa  olmaz"  özelliğine  sahip  şartlardır.

    Bu cümleden olmak üzere bir müfessirin   herşeyden   önce   sağlam   ve   sağlıklı   bir   inanca sahip, müttakî bir mü'min olması, tefsire başlarken kendi şahsî arzu ve heveslerinden, indî düşüncelerinden kendini soyutlaması, tefsire ilk önce Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsirle başlaması, onda bulamazsa  Hz. Peygamber'in hadislerine ve sünnetine, onda da bulamazsa sahabenin, sonra da tâbiûnun açıklamalarına müracaat etmesi, dil ve edebiyat olarak Arapçayı, Kur'ân'la ilgili usûl ilimlerini   çok   iyi   bilmesi   şart koşulmuştur. Son  zamanlarda  bir  müfessirin  bilmesi gereken ilimlere   tabii   bilimler  de  eklenmiştir.

    Bunun  yanında   tefsir   usûlü  âlimleri, müfessirin   âdabını da   şöyle   tesbit   etmişlerdir:  Kur'ân'ı tefsir  edecek  kişi hüsnüniyyet  sahibi,   tefsirden   maksadı fesat değil   Kur'ân'a   ve  İslâm'a   hizmet  olmalı, güzel  ahlâk sahibi,   İslâm'ın   amel   ve   ibadet   yönüne dikkat eden, doğruyu ve güzeli   arayan,   naklettiği   bilgilerde   dikkatli, alçak gönüllü, yumuşak huylu, hoş geçimli,  izzet    sahibi,   hakkı   açıkça   söyleyebilen,   tekellüfsüz,   vakarlı,   değerini   ve   ilmini   taşıyabilen ideal bir  müslüman   olmalıdır.   Konuşurken   veya yazarken ölçülü, kendisinden daha âlim olanlara öncelik   hakkı   tanıyıp   onlara saygılı olmalıdır.  (Menna  el-Kattan.  a.e.sh:293-296) 

    Ancak  bu  adaba  ve  şartlara  riayetten  sonradırki  Kur'an  Tefsirinde  hata  oranı  herhalde  azalacak,  buna  rağmen  vukubulacak  hatalar da  beşeri  te'viller  olarak  tescil  olunacaktır."  (Bedreddin  Çetiner,  Şamil  İslam  Ansiklopedisi, sh:128)