|
|
USÛLU'L - FIKIH
"Usulü fıkıh ilmi, şer'î hükümleri
edille-i tafsiliyesinden, yâni: muayyen, müşahhas delillerinden istinbata vesile olan bir ilimdir.
Başka bir tarif ile "şer'î hükümleri" şer'î deliller ile ispat haysiyetile bu hükümler
ile bu delillerden bahseden bir ilimdir.
Meselâ: bey' helâldir. Bey'in bu
helâl olması, bir hükmü şerîdir. Bu hükmü şer'î
ise bir delili şer'î olan ( ...) âyet-i celilesinden istinbat
olunmaktadır. İşte bize bu gibi istinbat yollarını vuzuh
ile bildirecek olan, usulü fıkıh denilen yüksek bir ilimden ibarettir.
Fıkıh, ibadata, muamelâta, ukubata ait bütün şer'î
meseleleri ihtiva eden, İslâm hukukunu vücude getiren malûmatın heyeti mecmuasıdır. Bunun mübtena aleyhi,
istinatgahı, yegâne kaynağı da edille-i erbaa denilen kitabullah ile sünnet-i
nebeviyeden ve icmaı ümmet ile kıyası fukahadan ibarettir. İşte bu dört esas, fıkhın
usulünü teşkil etmektedir.
Maamafih ilmi usul, tefsir, hadis,
fıkıh, belagat, lisaniyat, ilmi âdâb gibi birçok ilimler ile de alâkadardır, bu
ilimlerden de istimdat eder, bu cihetle gayet geniş mevzuları daire-i tetkikine
alır.
Hükmü şer'î, bizim gibi kulların
fiillerine müteallik olup şarii mübinin hitabile sabit olan farziyet, vücub, nedb, ibaha,
hıll, kerahat, hürmet, sıhhat, fesat, butlan gibi şeylerden herhangi biridir.
Meselâ: mükellef bir insanın yaptığı
bir ibadetin farz veya vacib veya sünnet olduğuna ve akd eylediği bir muamelenin sahih,
nafiz veya fâsid, gayri nafiz bulunduğuna ancak şarii hakimin o
husustaki beyanile muttali oluruz.
Delili şer'î, kendisine sahih
surette nazar edilmesi, bilinmesi, matlûp olan bir hükme insanı kavuşturan nazmı Kur'ânîden veya
Sünneti nebeviyeden veya İcma' ile Kıyastan herhangi biridir. Meselâ : (kadınlardan
size helâl olanlar ile evleniniz..) nazmı şerifi, bir şer'î delildir. Buna nazar edince izdivacın
meşru, helâl bir muamelede olduğunu anlamış oluruz.
Kitap ile, yâni: Kur'anı mübîn ile Sünneti nebeviyyenin
ihtiva ettiği delillere «edille-i semiyye»
denir ki, bunlar, şarii mübinden sübutları ve birer hükmü şer'iye delâletleri itibarile şöylece dört kısımdır.
Bu cihetle matlubu ispat bakımından kuvvetleri de mütefavittir.
(1) : Sübutu da, delâleti de kat'îdir.
Bütün âyat-ı Kur'aniyenin sübutu kat'îdir. Çünkü en muazzam, mükemmel
bir tevatür ile Resul-ü Ekrem'den kelâmı ilâhî olmak üzere menkuldür.
Bunlardan müfesser ve muhkem denilen âyetlerin ise sübutları kat'î olduğu
gibi delâletleri de kat'îdir.
(2) : Sübutu kat'î, delâleti zannîdir.
Müevyel denilen âyetler ile tevatüren menkul olup elfazı müevvel bulunan hadisler gibi ki, bunların
sübutları tevatür ile olduğu cihetle kat'îdir. Fakat lâfızları müteaddit mânâlara şâmil olduğundan
bunlardan hangi birine delâletleri zannîdir.
(3) : Sübutu zannî, delâleti kat'îdir.
Haberi âhad kabilinden olup elfazı, müfesser veya muhkem olan ahadis-i
şerife gibi.
(4) : Sübutu da delâleti de zannîdir.
Haberi ahaddan olup elfazı müteaddit mânâlar arasında müşterek olan ahadis-i
şerife gibi." (Ö.Nasuhi Bilmen, "Hukukı
İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye" KAMUSU, C/1, sh:38-39. Bilmen Bas.
ve Yay.1985.İst.)
Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi.
Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir
terkiptir. Usûl, "asl" kelimesinin çoğuludur. "Kökler, asıllar, üzerine bir şey bina edilen
şey" manalarınadır. Sözlükte, anlayış anlamına gelen fıkıh
ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan şeri-amelî hükümleri bilmektir"
şeklinde tarif edilir. Buna göre usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına
gelmektedir. Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin,
şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan
kural ve prensiplerdir" diye tarif edilmektedir. (Âmidî, el-İhkâm
fi Usûlü'l-Ahkâm, c/l, sh:7 vd. Şâkiu'l-Hanbelî, İlmi Usûlü'-Fıkıh, 31 vd; Abdülvehhâb Hallâf
İlmi Usfilü'l fıkh, 11; İbrahim Kâfi Dönmez, İslâm Hukuk Esasları,
terc. 23, 24).
Bu tariflerden
anlaşıldığı üzere usulü'l-fıkıh bir metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği
ilim ise fıkıhtır. O halde bu ilim fıkıh metodolojisi ilmi
demektir. Bu ilme İslâm hukuk metodolojisi denilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyiz.
Çünkü fıkıh, sadece hukuk ilmi değildir. Hukuk, fıkhın bölümlerinden
biridir. İslâm hukukunun çeşitli dalları fıkıh içerisinde ele
alındığı gibi, ibadetler de fıkıh içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla ibadetle
ilgili hükümlerin kaynaklardan çıkartılma metotları da usulü'l- fıkıh tarafından belirlenmektedir.
Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı kaynaklar temelde ikidir. Bunlar
Kûr'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait hüküm Kur'ân ve Hadiste her zaman aynıyla mevcut ve
açık değildir. Ya da Kûr'ân ve Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, amm vs. gibi değişik biçimlerde
varid olmuştur.
Karşısına
amelî bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü ortaya koymak için Kur'ân'ı
ve Hadisi araştırır. O mesele ile ilgili
olan âyet veya hadisin ne tür bir kalıpta olduğunu araştırır.
Mesela lafız emir kalıbı ile gelmişse, emrin vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini
göz önüne alarak o hükmün farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça belirlenen
benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak ve daha başka temel kaidelerden
yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur. İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için
yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren ilme usulü'l-fıkıh
(fıkıh usûlü) denilir. Demek oluyor ki; usulü'l
fıkıh; müctehidin, Kûr'ân
ve Hadisten hüküm çıkarabilmek için ihtiyaç duyduğu kural ve kaidelerden
meydana gelen bir ilimdir. ( Hüseyin KAYAPINAR)
A. AZİZ
|
|
USÜL
NEDİR?
Lügat anlamı
: Asıl. Ana, baba. Cedler. İstinadgah.
Racih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Tarz, metod, tertib.
(Büyük Lügat, Usül maddesi. sh: 1026)
Istılahi anlamı: Bir ilmin
asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lazım gelen esaslar. Bir hedefe
ulaşmak için tutulan düzenli yol. (Büyük Lügat, Usül maddesi. sh: 1026)
Usul-ü Erbaa : Edille-i
Şeriyye.Fık. Fıkıh ilminin istinad ettiği deliller:
1- Kitap,
yani Kur'an-ı Kerim'de ki deliller.
2- Sünnet
3- İcma-ı
Ümmet.
4- Kıyas-ı
Fukaha.
Usul-ud-din : İlm-i Kelam.
Usuliyun : Fıkıh Usulüyle uğraşan İslam
alimleri. Usul-ü Fıkıh müellifleri.
Usul-i Fıkıh : Daha önce açıklamıştık.
Usul ilmi kadar önemli bir ilim dalı yoktur. Günümüzde çeşitli
meslek dallarında ihtisaslaşma yolunda gelişen teknoloji ve bu
teknolojiye ayak uydurabilmek için insanların tüm enerjilerini
harcamaları usul ilminin önemini ortaya koymaktadır.
İslami ilimlerin tahsilinde ki engeller mü'minlerin kamil manada ilmi
riyaseti elde etme noktasında fetret dönemi yaşadıklarını
söyleyebiliriz. İster tefsir sahasında, ister hadis sahasında
isterse fıkıh alanında olsun mü'minlerin belli ilimleri elde
edebilmeleri için mutlaka usül ilimlerine riayet etmeleri şarttır.
Günümüzde kendilerini müctehid zanneden bazı gafil ilahiyatçı Prof'ların
düştüğü asıl hata bu usül meselesidir. Ellerine aldıkları
Kur'an'dan heva ve heveslerine göre hüküm çıkardıklarını
ve müctehid ulemanın ictihadlarını çürüttüklerini zannetmektedirer.
Oysa bu modernist gafillerin ister tefsir konusunda, ister hadis konusunda,
isterse fıkıh konusunda ileri sürdükleri yorumlarının ilmi
edeb noktasından hiçbir kıymeti yoktur.
İlim ehli İslam'i meselelerde konuşabilmek ve yazabilmek için
hangi usullerle çalıştıklarını, hangi edebe riayet ettiklerini,
kendilerinden önceki ulemanın takip ettikleri ilim elde teme
yollarını nasıl takip ettiklerini çok hassas bir
şekilde ortaya koymuşlardır. İlim ehli olmak isteyen
Prof'ların önce ulemanın ilim elde etmede takip ettikleri
silsileyi çok iyi anlamaları o büyüklerin yolunu takip
etmeleri şarttır.
Yoksa hem
kendileri helak olurlar, hem de kendilerine uyan avanelerini helak ederler.
Mahşer günü beyan edilecek mazeretlerin ve özür beyan etmelerin
hiçbir öneminin olmayacağının, ağlama-sızlamaların fayda
sağlamayacağı kesindir.
Bir müctehidi taklid etmeyi hevalarına yediremeyenler; mezhebsizlik fitnesine
bulaştırdıkları o kadar insanın vebalini nasıl üslenmektedirler?
Yazar çizer arasında çokça zikredilen ve imamlara atfedilen şu
mübarek lafza bir bakalım. Bu lafzı söyleyen imamlar kimler
için ve neyi kastederek söylediklerine bir bakalım. İmam-ı
Şarani (rh.a) tarafından dört mezheb imamına atfedilen söz
şudur : "Sahih hadis varsa benim mezhebim odur." Tabii
imamlar bu sözü söylerken ne demek istemişler
bir de ona bakmak lazımdır. Konu ile ilgili tarihten ve büyük
imamlardan tek bir misal vererek konuyu kapatmak istiyorum.
"Ebu'l-Hasen Muhammed b. Abdilmelik el-Keracî eş-Şâfii (458-532)' nin —
Fakih ve Muhaddis idi— sabah namazında kunutu okumadığı ve «Bence Rasûlullahın
sabah namazında kunutu terkettiği sahihtir.» dediği nakledilmiştir.
Ben de —yâni es-Subki— sabah namazında kunutu bir müddet terketmiştim.
Sonra öğrendim ki, Rasûlullahın sabah namazında okuduğu sahih olan kunût, Ri'l ve Zekvân kabilelerine,
ayrıca sabah namazı dışında da ettiği beddua imiş.
Sabah namazında kıyamdan sonra kunût duasını mutlak olarak terk
etmesine gelince, bu konuda İsa b. Mâhân'ın rivayet ettiği
bir hadis vardır; İsâ hakkında, malûm olduğu üzere tenkidler
mevcuttur. (1) Onun hakkında söylenenleri zikretmenin yeri burası değildir.
Sonra tekrar kunutu okumağa başladım; şimdi artık kunutu
okuyorum. Burada eş-Şâfiî'nin sözüne ters düşen
bir-şey yoktur; bunun sebebi bizim görüşümüzün kusurudur.» İmam es-Subki'nin
sözü sona erdi.
Bu sözler, düşünen kimseler için ne kadar ibretlidir!. İbn
Ebi'l-Cârud'un —ki o eş-Şâfiî'nin tilmizlerindendi ve ilimdeki mevkii
malumdur— ve onun gibi, belki ondan daha âlim olan Ebu'l-Velîd en-Neysâbûrî
(v.349) 'nin — o da, sadece râvi değil, hem rivayet hem de dirayet
ehli imamlardandı — hâli böyle olursa; bununla birlikte, yemin
ederek, eş-Şâfiî (150-204) nin mensûh olduğunu kabul ettiği
için bilerek terkettiği bir hadis ile amel edilmesinin eş-Şâfiî'nin
görüşü olduğunu ileri sürerlerse, bu âlimlerin hâli bu olursa,
zamanımızdakilere ne demeli! eş-Şâfiî'nin bir
tek fıkhi görüşünü bile anlamaktan âciz olanların, eş-Şâfiî'nin
bu sözü ile amel etmeleri caiz midir?
H. 257-282 tarihleri arasında vefat eden 9. tabaka ricalinden bahsederken, sonunda
şöyle demiştir: «Yâ Şeyh, nefsine acı ve insaf et, şu huffâza kötü
gözle bakma, onları kusurlu görme, ve onların zamanımızdaki
muhaddisler gibi olduğunu da zannetme. Hâşa ve kellâ, zamanımız muhaddislerinin
en büyükleri içerisinde bile, onların ilmî seviyelerine erişebilecek bir kimse yoktur, öyle
sanıyorum ki sen, aşırı gittiğin şahsi görüşlerin sebebiyle, sözle
olmasa bile lisan-ı hâl ile «Ahmed (b. Hanbel) de
kim? Îbnu'l-Medînî neyin nesi? Ebû Zur'a ve Ebû Dâvud
da kimmiş?» diyorsun. Ya hilim ile sükût et veya
ilimle konuş. Faydalı ilim, şu saydıkların gibilerden gelen ilimdir, lâkin
senin fıkıh imamlarına olan nisbetin, zamanımızdaki muhaddislerin hadis imamlarına olan nisbeti
gibidir. Ne biz, ne sen; fazilet sahiplerinin faziletini ancak fazilet sahipleri bilir.»
Bunlar, munakkıd Hafız ez-Zehebî'nin sözleri. O ki, son devirlerin büyük
muhaddislerinden pek çoğunun yaşadığı H. 3. asırda yaşamıştı.
Bu asrın başında, imam İbn Dakîkil-İyd (v. 702),
sonunda da Hafız İbn Receb el-Hanbelî (v. 795) vardı. Allah hepsine
rahmet eylesin, bunlara bak da ibret al, hakikati
gör.
Bu imamlardan birinin, ilmin tamamını ihata ettiğini
iddia etmesi bir yana, kendi şahsı için ilim iddiasında bulunduklarını bile
görmedik. Bununla birlikte onlar, sünnete vukuf ve lafızlarına, isnadlarına ve mânâlarına
vakıf olma hususunda haris idiler. Ali b. el-Medînî (161-234) şöyle demiştir: «Hadisin
mânâlarını kavramağa çalışmak ilmin yansı, rical de
öbür yansıdır.»
İşte Ebu'I-Hasen el-Keraci (458-532)!
Gördüğün gibi es-Subkî (683 - 756) ona «Fakih ve Muhaddis» demiş,
talebesi es-Sem'ânî (467-510) de «imam, vera' sahibi, âlim, fakih, mufti, muhaddis, şâir, edib» unvanlarını
vermiştir. (2) Buna rağmen, mezheb imamına muhalif olarak hadîsin sahih olduğunu ve
imamının «Sahih hadîs varsa, benim mezhebim odur.» ve «Benim
görüşümü terkedin, hadisle amel edin» sözlerine dayanarak kunutu
terketmiştir. Bununla birlikte, kendisinden sonra gelenler onu tenkid etmişleridir;
es Subkî de bunlardan biridir, Tabakâtu'ş- Şâfiiyye, VI, 138, 139'da onun
terceme-i hâlini verdikten sonra, mezkur görüşüne
temas ederek şöyle demiştir: «Onun önünde, aşılması son derece
zor iki engel vardır. Kunutun nehyedilmesiyle ilgili hadisin sahih olmasına
gelince, heyhat, bunu tesbit edebilmesi çok zordur. Kunutun
terkedilmesinin eş-Şâfiî'nin mezhebi olduğunu kabul
etmesi de aynı şekilde zordur.»
İmam et-Takî es-Subkî (683 - 756) de, üzerinde
yetiştiği Şafiî mezhebine uyarak sabah namazlarında
kunutu okuyordu. Sonra el-Kerâcî'nin bu meselesine muttali olunca
kunutu terketmiştir. Daha sonra tekrar kunûta
döndüğünü görüyoruz. es Subkî haklı olarak «Müctehid-i mutlak» veya «Müctehid fi'l-Mezheb» olarak vasıflandırılmıştır. Onun
muasırı Hafız ez-Zehebî (673-748) onun, hadîs ve fıkıh ilminde
asrının şeyhi olduğunu söylemiş ve es-Subki Şam'da Emevî Camii'nin
hatibliğine tayin edildiğinde, onun hakkında: «Hâkim, Bahr, Takî, asrın
bütün şeyhlerinin en hafızı, en müttakîsi, onlann en büyük
kadısı Ali (3) üzerine çıktığında, Emevi câmiinin
minberi ona müheyya olsun!» beytini söylemiştir.
Bu derece ilim sahibi olduğu halde,
es-Subkî bile böyle tereddüdde kalırsa, ondan daha aşağı derecede bulunan
bir kimsenin, eş-Şâfiî'nin sözünün zahirine sarılıp da; hem kendinin hem de başkalarının
kafasını karıştırıp, müslümanların bizce de kabul edilen muteber ve mutemed
imamlarından birinin sözü ile amel ettiğini ileri sürerek, sahih olan
her hadisle amel etmeğe kalkışması caiz olur
mu?
Başkalarının başına gelenlerden ibret alıp da, küçüklüğümüzden
beri, Allanın kendisine uymamızı nasib ettiği bir imamın
görüşlerine tâbi olmamız gerekmez mi?
Sonra es-Subkî (683-756), mezkûr risalenin 106. sayfasında,
Ebû Şâme el-Makdisî (599 - 665) ye ait ve içersinde
mevzuumuzla ilgili kısımlar bulunan uzun bir metin nakleder ve bu metnin başında
es-Subki «İbnu's-Salâh'ın tilmizi ve en-NeVevî'nin şeyhi
Ebû Şâme der ki...» diyerek daha sonra onun sözünü nakleder.
Bunun sonunda Ebû Şâme şöyle demektedir : «Buna ancak, içtihadı
malum olan bir Alim kalkışabilir ki, eş Şafiî (150-204)'nin «Benim
görüşüme muhalif bir hadîs gördüğünüz zaman, hadisle amel edin, benim görüşümü terkedin.»
sözüyle kasdettiği böyle bir kimsedir, yoksa herkes bu işe
kalkışacak demek değildir.»
Muhaddis, fakih, takva sahibi imamlardan naklettiğimiz bu
son derece mühim açıklamalar neticesinde, eş-Şâfiî'nin bu sözüyle kimi kasdettiğini ve onun; aslında
böyle olmadıkları halde, ilme ve âlimlere karşı büyüklük taslayanları kasdetmediği anlaşılmış
olmaktadır." Usül derken nasıl bir usülden bahsettiğmiz herhalde
daha iyi anlaşılmış oldu değil mi? Anlayana sivri
sinek saz, anlamaya davul zurna az!
Allahü Teala (cc) mü'min kardeşlerimi
bu fitneden (mezhebsizlik ve reformculuk) FİTNESİNDEN emin eylesin.
AMİN
(1) Muhaddislerin onun hakkındaki
sözleri için bkz: Mizânu'l-İ'tidal, III, 319 (Mütercim).
(2) et-Tâc es-Subkî, Tabakâtu'ş-Şafiiyyeti'l-Kubrâ,
VI. 138.
(3) et-Taki es-Subki'nin
adı Ali, tam adı da Ali b. Abdilkafi es-Subki'dir. (Muhammed
Avvame, İmamların Fıkhi İhtilaflarında Hadislerin Rolü, sh:37-41)
|
|
|
|
|
|
|
|
USUL-Ü TEFSİR
Tefsir
usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,
Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların
zihinlerine, akıllarına yaklaştırma çalışmaları diyebileceğimiz
tefsirin ve müfessirlerin prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini
belirleyen, tarihini tesbit eden ilim veya ilimlerin hepsine birden verilen isimdir. Zaman zaman
"Kur'ân ilimleri" (Ulûmu'l-Kur'ân) adıyla da anılmıştır. Hattâ ilk devirlerde Tefsir usûlü yoktur, Ulûmu'l-Kur'ân
vardır ve bu iki kavram birbiri yerine
kullanıla gelmiştir.
Tefsir
usûlü, Allah kelâmı olan Kur'ân üzerinde her önüne gelenin beşerî bir takım arzu
ve heveslerle Kur'ân lâfızları üzerine yüklenilmesi mümkün
olmayan manâlar yüklemeye kalkışması ve böylece manevî bir tahrif
yoluna gidilmemesi için ortaya çıkmış ve duyulan ihtiyaç ölçüsünde
gelişmiş bir bilim dalıdır. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.s.)
hayatta iken nasıl onun dışında herhangi bir
insanın tefsirine ihtiyaç duyulmamışsa aynı
şekilde Tefsir usûlüne de ihtiyaç duyan olmamıştır. Çünkü sahabe-i kiramın,
Kur'ân'ın lâfızlarının delâleti üzerinde herhangi bir tereddüdü veya sorusu olduğunda hemen vahiyle
desteklenmekte olan Peygamber'e müracaatla müşkilini halediyordu. Bu yüzden Asr-ı Saâdet'te tefsir usû-lü'nün varlığından
bile bahsedilmemektedir.
Ama İslâm âleminin sınırları
genişleyip Arap olmayan unsurların da İslâm'a
girmesiyle H. II. asırdan başlayarak tefsire duyulan ihtiyaç yanında, tefsirin kontrol altına
alınması ve dolayısıyla prensiplerinin konulması, bir
çerçeve çizilmesi, her önüne gelenin -bu arada sapık bir takım
mezheb sâliklerinin kendi mezheblerini terviç eder mahiyette aslı astarı olmayan, herhangi
bir ilmî ve şer'î dayanaktan yoksun- bir takım tefsir ve te'villerde bulunmaya kalkışmaması
için bir takım ön şartların tesbit edilmesi ihtiyacı da bunun peşinden ve
kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla tefsir
usûlü'ne ilişkin ilk eserler de, ilkönce tefsirlerin mukaddimeleri şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşerek
ulaşabildiğimiz kadarıyla H. III. asırda kaleme alınmış olmalıdır.
Aynı zamanda meşhur bir mutasavvıf
olan Haris el-Muhâsibî (öl. 243/857)'nin "el-Akl
ve Fehmu'l Kur'ân" adlı eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma
olarak takdim edilmektedir. Daha sonraları Ali İbn İbrahim
el-Hûfi (öl. 430/1038) tarafından kaleme alınan "el-Burhân
fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına bu sahadaki ilk eserdir
diyenler de vardır.
Oldukça dağınık ve sistematik olmaktan
uzak ilk çalışmalardan sonra tefsir Usûlü'nde ilk ciddî çalışma herhalde Ebu'l-Ferec
İbnu'l-Cevzî (öl. 597/1200) tarafından yapılmış olmalıdır. Bu sahadaki
"Funûnu'l-Emân fi Ulûmi'l-Kur'ân" (Hasen Ziyâuddîn Itr tahkiki ile Beyrut
1408/1987) ile "Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân" (Abdulfettâh Aşur tahkiki
ile Kahire) anılan tefsir usûlü çalışmalarının ana kaynaklarından
olması hasebiyle önemlidir. Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân ise
daha sistematik olup Kur'ân ilimleri onbir bâb'a ayrılarak incelenmiştir. Bundan iki asır sonra
ez-Zerkeşî (öl. 794/1392)'nin yazdığı,
"el-Burhân tî Ulûmi'l-Kur'ân"da Kur'ân ilimleri
47; Suyûtî (öl.911/1506)'nin en-Nikayesi'nde 55; et-Tahbîr fi Ulûmi't Tefsîr'inde
102 ve bu sahadaki en meşhur eser olan el-itkan fi Ulûmi'l
Kur'ân'ında 80; İbn Akîle el-Mekkî (öl. 1150/1737)'nin
ez-Ziyâde ve'l ihsan fi Ulûmi'l-Kur'ân adlı eserinde de 150
ilim olarak ele alınıp incelenmiştir (Abdulğafur Mahmud Mustafa Cafer, Dirâsât fi Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire
1987, s. 49-60; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynaklarr, İstanbul 1991, s.13-43; Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'ân,
Kahire 1981. s. 8-10).
Bu eserlerden sonra zamanımıza
kadar ve zamanımızda yazılan tefsir usûlü sahasındaki müstakil eserlerde herhangi bir yeniliğe rastlamıyoruz.
Belki bir takım sivriler tarafından, anılan klasikleşmiş eserlerdeki bazı
ilimlerin reddedilmesi veya sınırlandırılması veya
inkârı gibi bir takım şaz ve genel
kabul görmeyen girişimler söz konusu olabilmiştir.
Bunların dışında
tefsîr usûlü sahasında yukarıda anılan eserlerde söylenilecekler söylenmiş, genel hatlar çizilmiş,
prensipler oturtulmuştur ve bu yüzden yeni bir şeyler söylemeye aslında pek gerek de kalmamıştır.
O halde yapılan ve yapılacak olan belki bu eserlerdeki
bilgileri biraz daha sistematize etmek, daha kolay
anlaşılır ve istifade edilir hale getirmektir ki genelde yapılan da budur.
Bütün bu çalışmalar İslâm'ın
birinci derecede kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim'i tahriften korumak, ondan
insanlığın istifadesini kolaylaştırmak ve daha yaygın hale getirmek gayesine yöneliktir.
Bu hizmeti yanında Kur'ân'a bakış açısını daraltmak ve Kur'ân'ı tefsire girişecek
olanların önüne aşılması oldukça zor görünen
engeller koymak suretiyle cesaretlerini kırmak gibi bir fonksiyonundan
da bahsedilebilir.
Ama asırlar boyu süren
tecrübeler, hem de Kur'ân'ı ve İslâm şeriatını bozma veya yozlaştırma
çalışmaları karşısında tefsir usûlü âlimlerinin tesbit edip koyduğu
ön şartlar da neticede "Bir müfessirde olmazsa
olmaz" özelliğine sahip şartlardır.
Bu cümleden olmak üzere bir müfessirin herşeyden
önce sağlam ve sağlıklı bir inanca sahip,
müttakî bir mü'min olması, tefsire başlarken kendi şahsî arzu ve heveslerinden, indî düşüncelerinden kendini
soyutlaması, tefsire ilk önce Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsirle başlaması, onda bulamazsa Hz. Peygamber'in
hadislerine ve sünnetine, onda da bulamazsa sahabenin, sonra da tâbiûnun açıklamalarına müracaat etmesi, dil ve
edebiyat olarak Arapçayı, Kur'ân'la ilgili usûl ilimlerini çok iyi bilmesi
şart koşulmuştur. Son zamanlarda bir müfessirin bilmesi gereken ilimlere
tabii bilimler de eklenmiştir.
Bunun yanında tefsir
usûlü âlimleri, müfessirin âdabını da şöyle tesbit etmişlerdir:
Kur'ân'ı tefsir edecek kişi hüsnüniyyet sahibi,
tefsirden maksadı fesat değil Kur'ân'a ve İslâm'a hizmet
olmalı, güzel ahlâk sahibi, İslâm'ın amel ve ibadet
yönüne dikkat eden, doğruyu ve güzeli arayan, naklettiği bilgilerde
dikkatli, alçak gönüllü, yumuşak huylu, hoş geçimli, izzet sahibi, hakkı
açıkça söyleyebilen, tekellüfsüz, vakarlı, değerini
ve ilmini taşıyabilen ideal bir müslüman olmalıdır.
Konuşurken veya yazarken ölçülü, kendisinden daha âlim olanlara öncelik hakkı
tanıyıp onlara saygılı olmalıdır. (Menna
el-Kattan. a.e.sh:293-296)
Ancak bu adaba ve şartlara
riayetten sonradırki Kur'an Tefsirinde hata oranı herhalde azalacak,
buna rağmen vukubulacak hatalar da beşeri te'viller olarak tescil
olunacaktır." (Bedreddin Çetiner, Şamil İslam Ansiklopedisi, sh:128)
|
|
|
|