|
|
Dinlerarası Diyalog Nedir?
Bu
başlık üzerine konuşan ve yazanlar -ki, AB ile ilişkiler yüzünden son günlerde konu daha sık ele
alınır olmuştur- içinde bilenler ve bilmeyenler, iyi niyetli olanlar ve olmayanlar var. Bilmeden konuşulur
mu demeyin, Türkiye'de konuşuluyor ve pek de ayıplanmıyor. Bu işin iyi niyetle ne alakası var diye
sorabilirsiniz; şöyle bir alakası var: Bir gurup bir başka gurup hakkında iyi düşünmüyor, arada rekabet,
hatta adavet var; bu yüzden karşılıklı veya tek taraflı olarak öküzün altında buzağı
aranıyor, yakıştırma ve abartmalar yapılıyor, tahminler ve vehimler birer gerçekmiş gibi
ortaya atılıyor, karşı tarafa mal ediliyor ve bütün bunlardan bir sonuç alınmak isteniyor: Karşı
tarafı yıpratmak, üzerine kuşku bulutlarını çekmek, mümkün olursa haritadan silmek.
Dünyanın
şurasında burasında bu isim altında toplantı yapanları da aynı kaba koymak mümkün değildir;
iyi niyetli ve samimi olanlar yanında istismarcılar, komplocular, kötü maksatla kullanıcılar da vardır.
Pek azına olsa da, ben de bu çeşit toplantılara katıldım. Bunlardan biri, bir yıl kadar
önce Avustralya'da yapılmıştı; dört müslüman ile çeşitli oturumlarda sayıları değişen
hristiyan din ve ilim adamları vardı. Tebliğler sunuldu, müzakereler yapıldı, bazı sonuçlar
ede edildi. Bunların arasında İslam'a aykırı olan bir sonuç yoktu; biz dinimizi anlattık, onlar
da dinlerini anlattılar; biz tevhidden asla taviz vermedik, ama onlar teslisten (Allah hakkında şirke varan
"baba-oğul-ruhulkudüs üçlemesinden") hayli taviz verdiler; "Allah'ı bir bildiklerini, diğerlerinin O'nun sıfatları
gibi olduğunu açıkça söyleyenleri" oldu. Bu arada aslı vahye dayanan dinlerin mensupları olarak dünyanın,
ortak olarak benimsediğimiz problemleri ile savaşmak, bunları çözmek ve durumu iyileştirmek için ortak
gayret sarfetmek gerektiğinin altı çizildi. Toplantının adı üzerinde de duruldu, "diyalog dinler
arasında değil, dine inananlar arasında olur" denildiği için, "dinler arası" veya "İslam-Hristiyanlık
diyalogu" yerine, "Müslüman-Hristiyan diyalogu" ismi tercih edildi.
Son yıllarda dinler arası diyalog toplantılarını
daha çok belli bir cemaatin mensupları yürüttüğü için işin geçmişini bilmeyenlere, bu faaliyette kötü
bir niyet bulunduğu zannı verilmeye çalışıldı. Aynı cemaat Abant toplantılarını
da tertip ediyordu ve buraya yalnızca bir dine inananları veya ilahiyatçıları değil, ülkenin kanaat
önderlerini, kamu oyunu etkileyen ve önde gelen düşünür ve yazarları, bunların dine inananlarını
ve inanmayanlarını -her yıl listeyi değiştirip daha çok ve çeşitli katılımcı
çağırarak- toplantıları sürdürüyordu. Son yılda yurtdışına da taşarak ABD ve
Brüksel'de Abant platformlarının benzerlerini tertiplediler. Bu faaliyetin de altında çapanoğlu arayanlar
oldu, oluyor. Benim bizzat şahit olduğum gerçek odur ki, tertip heyeti her defasında şunu tekrarladı:
"Biz başlattık; istedik ki, kavga yerine barış, kaos yerine düzen ve huzur, güvensizlik yerine güven,
birbirini anlamamak ve dinlememek yerine anlamak ve dinlemek; paylaştığımız tek ülke ve tek dünyada
bütün insanların zarar gördüğü olumsuzluklar yerine bazı olumlu gelişmeler.. olsun! Sizler isterseniz
biz size hizmet etmeye devam ederiz; ama başka bir gurup, heyet, sivil toplum örgütü bu işi üstlenirse memnun ve
yardımcı oluruz." Ama bu işe sahip çıkan bulunamadı, hizmet yine aynı heyetin omzunda kaldı.
"Peki bunların hiç menfaatleri yok mudur?" diye bir soru sorulabilir. Bunu toplantılarda da soranlar, hatta
"Siz de kendinizi meşrulaştırmak ve bizlerden destek almak için bu toplantıları yapıyorsunuz"
diyenler oldu. Bunu diyenleri de dışlamadılar, bir sonraki yıl tekrar çağırdıkları
da oldu. Ben bu konuda şunu söylemeyi uygun görüyorum: Bir insan veya bir gurup bir faaliyeti yaparken kendileri ve başkaları
için bir takım amaçları ve beklentileri olur, bu tabiidir; önemli olan meşruiyet ve fayda-zarar dengesidir.
Bu ikisini değerlendirmek de katılımcılara düşer; kimse kimseyi zorlamıyor.
Bundan sonraki
yazımda dinlerarası diyalogun Türkiye bakımından geçmişine temas etmek ve islamî bakımdan meşruiyeti
üzerinde durmak istiyorum.
|
|
Diyaloğun
Meşruiyeti
Başta Hristiyanlık
olmak üzere bazı İslam dışı dinlerde ötekilere dini tebliğ etmek, onları dine kazanmak
kutsal bir vazife, âdeta bir ibadettir. İslam'da da dine davet ve dinin tebliği ümmetin (Müslümanların) önemli
bir vazifesidir. Peygamberimiz (s.a.) Hz. Ali'ye hitaben, "Senin sayende, senin çabalarınla bir insanın hidayete
kavuşması (Müslüman olması) senin için, dünyanın en değerli nimetlerine sahip olmandan daha hayırlıdır"
buyurmuştur. Bu teşvikler sebebiyle olmalıdır ki, Müslüman tüccarlar, dervişler ve alimler meşakkatli
seyahatlere katlanarak dünyanın hemen her tarafına ulaşmış, insanlara İslam'ı anlatmışlardır.
Bir dini, onun mensubu olmayanlara anlatmak manasında "tebliğ" bir yandan İslâmî bir ödev, diğer
yandan başkalarına da tanınmış bir haktır. Ancak tarih boyunca yapılan uygulamalara bakıldığında
özellikle Hristiyanların yaptıkları misyonerlik faaliyetlerini bu masum "tebliğ" çerçevesine sokmanın
mümkün olmadığı görülmektedir. Çünkü bu dinin mensupları içinden misyonerlik vazifesini üstlenmiş
olan şahıs ve kurumların hem amaçları hem de araçları meşru ve masum değildir.
Misyonerlerin
amacı yalnızca insanları Hristiyanlaştırmak değildir; amaç Batılı Hristiyan devletlere
daha kolay sömürecekleri veya çıkarları yönünde kullanacakları ülkeler ve topluluklar kazandırmaktır.
Bu amaç, devletlerin siyasi ve ekonomik çıkarlarına, kilise mensuplarının da dinî arzularına uygun
düştüğü için zalim bir ittifak gerçekleşmiş, devletler kiliseyi, kilise de sömürgeci güçleri kullanarak
yollarında ilerlemişlerdir. Bu iddianın en açık ve kesin delili tarihtir, tarihten günümüze olup bitenlerdir.
Bugün geri kalmış veya kalkınmakta olan ülkelere bakıldığında görülecektir ki, bunlar arasından
Hristiyanlaştırılmış olanlar da, Batılı ve beyaz seçkin topluluklara eşit olamamış,
her bakımdan ikinci sınıf insan muamelesi görmüşler, ayrıca Hristiyanlaşma yüzünden sömürüye
karşı dirençlerini kaybettikleri için kılçıksız balık haine gelmişlerdir. Kendilerine uygun
görülen, İncil'in de telkin ettiği şefkat, merhamet ve paylaşım değil, ahiret mutluluğu
uğrunda dünya mahrumiyetlerine katlanmaktan ibarettir.
Kullandıkları araçlar meşru ve masum değildir;
çünkü masum ve meşru bir din tebliği (dini anlatma) eğip bükmeden, aldatmadan, hiçbir şeyi gizlemeden,
insanların zaaf ve ihtiyaçlarını istismar etmeden yapılan anlatımdır. Halbuki Hristiyan misyonerleri
şunları yapıyorlar:
1. Hz. Îsâ'ya vahyedilen kitaptan çok farklı olan, adlarına aziz denilen
insanlar tarafından yazılmış ve yazdırılmış bulunan İnciller çerçevesinde oluşmuş
Hristiyan akidesinin ve ritüellerinin insan tabiat ve mantığına ters düşen taraflarını -en azından
başlangıçta- ya gizlerler veya olmayacak bir şekilde tevil ederler.
2. İnsanlara, kılık
kıyafetleri ve söylemleriyle birer Hristiyan misyoneri olarak yaklaşmazlar. Ya onlardan biri gibi veya onlara öğretim,
tedavi, sosyal, teknik, felaket yaralarının sarılması vb. alanlarda, insanlık ve yüksek ahlak adına
hizmet veren kimseler gibi yaklaşırlar. Muhataplarını istedikleri kıvama getirdikten sonra (kendilerine
karşı sevgi, güven ve bağlanma duyguları oluştuktan sonra) ya kendileri veya çağırdıkları
başka misyonerler yoluyla dini telkin etmeye başlarlar.
3. Muhatapların dinleri ve gelenekleri konusunda
kafa karıştıran, gerçekleri çarpıtan, güzeli çirkin, normali anormal gösteren faaliyetler yaparlar.
4.
Her yaşta ve baştaki insanın çeşitli ihtiyaç ve zaaflarını iyi kullanırlar; önce bu ihtiyaçlara
cevap verirler, sonra din telkin ederler; hatta dini kabul şartına bağlı yardımları bile tespit
edilmiştir.
Böyle bir misyonerlik faaliyetine karşı İslam'ın bakışı ve Müslümanın
tavrı nedir, nasıldır? Son hak din olan ve daha önce vahyedilmiş bütün hak dinlerin asıllarını
kabul ve tasdik eden -daha önceki ilâhî dinlerde neyin hak olarak durduğu ve neyin değiştirildiği konusunda-
kendisini ölçüt olarak takdim eden İslam dini, diğer dinlerin olduğu gibi anlatılmasına karşı
çıkmaz; zaten Kur'an da bunları uzun uzadıya anlatmıştır. Ancak bir Müslümanı dininden
döndürmek için herhangi bir faaliyeti günahların en büyüğü olarak görür ve mutlaka engellenmesini ister. İslam'da
en büyük günah dinden çıkmaktır; bu en büyük günahı işletmek için insanların arasına giren ve
çeşitli faaliyetler yürütenleri hoşgörmek ve bunları -meşru yollar ve usuller ile- engellemeye çalışmamak
dini bütün bir Müslümandan beklenemez.
*20 Mart 2005 Pazar
Hayreddin Karaman(Yeni Şafak)
|
|
|
|
|
|
|
|
Enter supporting content here
|
|
|
|