HABEŞİSTAN HİCRETİ
Müslümanların Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm'ın
öngördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan'a yaptıkları göç. Müslümanlar, ilki
Hz. Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında (614), ikincisi de altınca yılın
(615) başlarında olmak üzere iki defa hicret ettiler. Bu hicretler birinci Habeşistan hicreti ve ikinci Habeşistan
hicreti olarak adlandırılır.
Kur'an'da hicret, cihaddan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir.
Bunun nedeni açıktır. Bir mümin için en önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek
Allah'ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mümin kendi ülkesinde, yaşadığı çevrede
bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün, malının mülkünün, akraba ve dostlarının
hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı seçiyorsa, ancak
o zaman gerçek bir mümindir. Bu nedenle Mekke'de, müminler müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden böyle
bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur'an onları, hicretin anlam ve önemini bildiren ayetlerle muhtemel
bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir ayette, "De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbinizden korkun.
Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak, sabredenlere mükafatları
hesapsız ödenecektir" (ez-Zümer, 39/10) buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir. "Kendilerine zulmedildikten
sonra Allah uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz; ahiret mükafatı ise daha büyüktür"
(en-Nahl,16/41), ayeti ise müminleri hicrete açıkça teşvik eder.
Kur'an, bir yandan müminleri hicrete hazırlarken, diğer yandan
da hristiyanlık ve Hz. İsa hakkında gerekli bilgilerle donatıyordu. Habeşistan hicretinin hemen öncesinde
gelen Meryem suresi, müminleri bu konuda yeterince bilgilendirdi. Ayrıca, müminlere hristiyanlarla nasıl mücadele
etmeleri gerektiği öğretildi: "İçlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele
edin ve deyin ki; "Bize indirilene de, size indirilene de inandık. İlâhımız ve ilâhınız birdir,
biz de O'na teslim olanlarız" (el-Ankebût, 29/46). Bu hazırlama ve bilgilendirmeden sonra, müminlerin hicreti bilfiil
gerçekleştirmeleri yönünde açık işaretler taşıyan şu ayetler geldi: " Ey inanan kullarım,
benim arzım geniştir, bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. İnanıp
iyi işler yapanları cennette, altlarından ırmaklar akan yüksek odalara yerleştiririz; orada ebedî
olarak kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabredenler ve Rabblerine tevekkül ederler.
Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz; onları da, sizi de Allah besler. O işitendir,
bilendir" (el-Ankebût, 29/56-60). Ankebût suresi, çoğu müfessire göre Habeşistan hicretinden çok sonra, Medine'ye
hicretten hemen önce inmiştir. Ancak merhum Mevdûdî, yaptığı tahkikle surenin Habeşistan hicretinden
önce indiği sonucuna varır. Ona göre önceki müfessirleri surenin hicretle ilgili ayetleri yanıltmış,
yanlış değerlendirmelerine neden olmuştur. Daha önce merhum Derveze de aynı sonuca ulaşmış
olmalı ki, Türkçe'ye "Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı" adıyla çevrilen eserinde andığımız
ayetlerin Habeşistan hicretinin gerçekleştirilmesine işaret eden bir anlam taşıdıklarını
belirtir (II, 233).
Andığımız son ayetler indiği sırada artık
hicret zamanı gelmişti. Çünkü müşriklerin zulümleri, baskı ve işkenceleri dayanılmaz bir hadde
ulaşmıştı. Hz. Peygamber, müminlerin Habeşistan'a hicret etmelerini buyurdu. Rivayetler, hicret yurdu
olarak Habeşistan'ın seçilmesinin nedenini, Necâşî'nin zulme rıza göstermeyen, adil bir insan olmasına
bağlar. Buna ilâve olarak sıkı ticaret ilişkileri nedeniyle tanınmasının, halkının
ilâhî kaynaklı bir inanca (Hristiyanlık) sahip olmasının ve son olarak İslâm'ın orada yayılma
imkânının bulunmasının da seçimi etkilediği söylenebilir.
Hz. Peygamber'in tavsiyesi üzerine bir grup mümin Mekke'den ayrılarak
Habeşistan'a göçtü. Nübüvvetin beşinci yılının (614) Receb ayında gerçekleşen ilk bu hicrete
en çok kabul gören rivayete göre onbiri erkek, dördü kadın olmak üzere toplam onbeş kişi katıldı.
Bunlar arasında Hz. Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Seleme
b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahabîler de bulunuyordu. Bu ilk muhâcirler Habeşistan'da son derece iyi karşılandılar.
Kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibadet
ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı.
Fakat iki ay sonra, müşriklerin müslüman oldukları yolunda yanlış bir haber nedeniyle Habeşistan'dan
ayrılarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakınlarına gelince gerçeği öğrendilerse de iş işten
geçmişti. Çaresiz, herbiri bir kabîle reisinden emân alarak Mekke'ye girdiler.
Habeşistan'dan dönen müminlerin büyük çoğunluğu kendi
aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı. Müşriklerin zulümleri de her geçen gün biraz
daha şiddetlendi. Öte yandan ilk hicret, Habeşistan'ın müminler için güvenli bir yer olduğunu göstermişti.
Bu nedenle Hz. Peygamber müminlere ikinci kez hicret izini verdi. Nübüvvetin altıncı yılı (615) başlarında,
Ca'fer b. Ebî Tâlib'in önderliğinde gerçekleştirilen bu ikinci hicrete 18 ya da 19'u kadın olmak üzere toplam
101 ya da 103 müslüman katıldı. İlk muhâcirlerin hemen tümü, ikinci hicrette de yeraldı. İkinci hicret,
Mekke'de tam bir matem havası estirdi. Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete katılmayan aile yok gibiydi. Bir ailenin
oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin kardeşi gitmişse, diğerinin babası ya da amcası
gitmişti.
İkinci Habeşistan hicreti müşrik liderleri büyük bir
telaşa düşürdü. Böylesine büyük bir kitle hâlinde gelen müslümanlar, son derece müsâit bir ülke olan Habeşistan'ın
İslamlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz. Peygamber'e güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi.
Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne geçmek için Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile Abdullah b. Ebî Rabîa'yı
Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi kararlaştırdılar. Planlarına göre elçiler önce
Necâşi'nin yakın çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler, daha sonra onların da yardımlarıyla.
Necâşî'nin müslümanları Mekke'ye iade etmesini sağlayacaklardı. Fakat sonuç hiç de umdukları gibi
olmadı. Gerçi elçiler yakın çevresinin desteğini sağladılar ama, gerçekten adil bir insan olan Necâşi'yi
bütün diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine ortak edemediler.
Elçiler Necâşî ile görüşerek muhacir müslümanların birtakım
beyinsiz gençler olduklarını, kendi dinlerini terkettiklerini fakat hristiyan da olmayarak yeni bir din icad ettiklerini,
onları gözetmek amacıyla akrabalarının iade edilmelerini istediklerini söylediler. Necâşî, kendileriyle
görüşmeden bir karar veremeyeceğini belirterek müslümanları yanına çağırttı; elçilerin
taleplerini aktararak ne diyeceklerini sordu. Ca'fer b. Ebî Tâlib böyle bir talebe hakları olmadığını
göstermek amacıyla elçilerden; kendilerinin köleleri, borçluları ya da kısas etmek istedikleri katiller olup
olmadıklarının sorulmasını istedi. Amr'ın sorulara olumsuz cevap vermesi üzerine, ne hakla iade
talebinde bulunulduğunu öğrenmek istedi. Amr'ın daha önceki sözlerini tekrarlaması ve Necâşî'nin
İslâm hakkında bilgi istemesi üzerine Hz. Ca'fer ünlü konuşmasını yaptı.
Ca'fer b. Ebî Tâlib, İslâm öncesi durumları ile Hz. Peygamber
ve İslâm hakkında kısaca bilgi verdiği bu konuşmasında şunları söyledi: "Ey Hükümdar,
biz, cahil bir kavim idik. Putlara tapardık. Ölü eti yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabamızla ilgilenmez,
ilgimizi keserdik. Komşularımıza iyi davranmaz, kötülük yapardık. İçimizden güçlü olanlar zayıf
olanları yer, ezerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu sopunu, doğru sözlülüğünü, eminliğini, iffet
ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar biz hep bu durum ve tutumda idik. O peygamber, bizim ve babalarımızın
Allah'tan başka tapına geldiğimiz taştan vesâireden yapılmış putları bırakarak
Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız O'na ibadet etmeye bizi davet etti. Doğru söylemeyi, emaneti sahibine
vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan, kan dökmekten vazgeçmeyi bize emretti.
Bizi her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli
kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten men ve nehyetti. Kendisine hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın
yalnız Allah'a ibadet etmemizi bize emretti. Ve yine bize namazı, zekâtı, orucu de emretti. Biz ona inandık
ve kendisini tasdik edip doğruladık. Onun Allah tarafından getirdiklerine göre kendisine tabi olduk. Hiçbir
şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet ettik. Onun bize haram kıldığı
şeyi haram, helâl kıldığı şeyi helâl bildik. Fakat kavmimiz üzerimize yürüyüp bizi yüce Allah'a
ibadetten vazgeçirerek putlara taptırmak, dinimizden döndürmek, öteden beri serbestçe işleyegeldiğimiz kötülükleri
tekrar işletmek için türlü işkencelere uğrattılar. Onlar bize galebe çalıp zulüm ve tazyikleri altında
ezmeye başladıkları, dinimizle aramıza girdikleri zaman, senin ülkene çıkmak, sığınmak
zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene can attık. Ey Hükümdar, bir, senin yanında
hiçbir zulme ve haksızlığa uğramayacağımızı umuyoruz" (M. Asım Köksal, İslâm
Tarih,i, Mekke Dönemi, IV. 191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225).
Konuşmayı dikkatle dinleyen Necâşî, yanlarında
Kur'an'dan bir bölüm bulunup bulunmadığım sordu. Bunun üzerine Ca'fer, hicretlerinden hemen önce nazil olan
Meryem Suresinin ilk otuzbeş ayetini okudu. Rivayetlere göre, ayetleri gözyaşları içinde dinleyen Necâşî,
bunların Hz. Musa ve İsa'nın getirdikleriyle aynı kaynaktan geldiğini tasdik ederek, elçilere müminleri
teslim etmeyeceğini bildirdi. Amr'ın, müslümanların Hz. İsa hakkında çok kötü sözler kullandıklarını
söyleyerek Necâşî'nin kararını değiştirme çabası da Ca'fer'in, "O, Allah'ın kulu, resulu,
ruhu ve O'nun, dünyadan ve erden geçerek Allah'a bağlanmış bir bakire olan Meryem'e ilka ettiği kelimesidir"
şeklindeki cevabıyla yalnızca Necâşî'nin bu konudaki gerçeği kavramasına yaradı.
Habeşistan muhacirleri uzun yıllar hayatlarını
burada huzur ve güven içinde sürdürdüler. Bu süre içinde başta Necâşî olmak üzere birçok kişinin müslüman olmasına
vesile oldular. Bunların bir bölümü, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye geri döndü. Başta Ca'fer
b. Ebî Tâlib olmak üzere büyük bölümü ise Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sırasında Medine'ye gelerek
müslümanlara katıldı.
HABEŞ ÜLKESINE ILK HICRETIN TARIHI VE ORAYA ILK HICRET EDENLER:
Nübüvvet'in beşinci yılında, Receb ayında
1) Hz. Osman b. Affan, b. Ebil'As, b. Ümeyye
2) Hz. Osman'ın zevcesi Hz. Rukayya bint-i Resulüllah
3) Ebu- Huzeyfe b. Utbe, b. Rebia, b. Abd. Şems
4) Ebu- Huzeyfe'nin zevcesi Sehle bint-i Suheyl, b. Amr
5) Zubeyr b. Avvam, b. Huveylid, b. Esed
6) Mus'ab b. Umeyr, b. Haşim, b. Abd. Menaf, b. Abduddar
7) Abdurrahman b. Avf b. Abd. Avf, b. Abd, b. Haris, b. Zühre
8) Ebu- Seleme b. Abdul'esed, b.. Hilal, b. Abdullah, b. ömer, b.Mahzum
9) Ebu Seleme'nin zevcesi ümmü Seleme bint-i Ebi Ümeyye, b. Mugire, b. Abdullah,
b. ömer, b. Mahzum
10) Osman b. Mazun, b. Habib, b. Vehb, b. Huzafe, b. Cumah
11)Amir b. Rebia'el'Anzi
12)Amir b. Rebia'nın zevcesi Leyla bint-i Ebi Hasme
13) Eb- Sebre b. Ebu Rühm, b. Abdul'uzza'l'Amiri
14) Ebu Sabre'nin zevcesi: ümmü Külsum bint-i Suheyl b. Amr
I5) Hatıp b. Amr, b. Abd şems
16) Süheyl b . Beyza
17) Abdullah b. Mes'ud
Dinlerinden döndürülmekten korkup dini bir vazife olarak , Kimi, yalnız başına,
kimi, zevcesiyle,birlikte, Habeş ülkesine hicret etmek üzere kimi, binitli, kimisi de, yaya olarak.Mekke'den, gizlice
yola çıktılar. Bu, İslam'da, ilk hicret idi.
GARANİK HADİSESl VE İÇ YÜZÜ
Resulullah Aleyhisselamö bir gün Mekkede Kabe de Necm suresini okumağa başlayıp
surenin ,son ve Secde ayeti olan 62. Ayetini okuduktan sonra, orada ,Secde etmiş,orada bulunan yanındaki arkasındaki
herkes,Müslümanlar, Peygamberimize uyarak secde etmiş, cemeatten, secde etmeyen kimse kalmamıştır.Müşrikler,
putlarının adını işittikleri için,putlarına, tazim maksadıyla secde etmişlerdi.Bu
habesistandaki müslümanlara yanlis aksettirildi. Mekkeli Müsriklerin Müslüman olduklari zannedilerek bazi müslümanlar Habesistandan
Mekkeye geri Dönmüslerdi.
|
|
|
|
|
|
| |
HAZRET-I ÖMERIN MÜSLÜMAN OLUSU
Kureyş Müşrikleri Habeş ülkesine hicret eden müslümanları, kendilerine
teslim etmemesi üzerine işkencelerini artırmaya başladılar.Kureyş Müşriklerinin azıllılarından
Ebu Cehil, kureyşlilere teklif götürerek Peygamberi öldürülmesini teklif etti,ve bunu yapabilen her kim olursa büyük
ödülün verileceğini ilan etti.Hz.Ömer ‘’ben buna talibim’’ dedi.Ona’’ Ey Ömer!Sen,buna
elverişlisin!’’dediler.Hz.Ömer,vereceğiniz mallar hakkında Sağlam Kefalet var mı? Diye
sordu.Ebu Cehıl ‘’Evet var! Dedi.Hz.Ömer bu hususta onlarla bir anlaşma yapti. Hazret-i Ömer'in kiz
kardeşi Fatima bint-i Hattab, Said b. Zeyd, b, Amr,b. Nufeyl ile evli olup Fatima hatun da, Said b. Zeyd de, Müslüman
olmuşlardi.Fakat, Müslümanliklarini, Hz. Ömer'den, gizli tutuyorlardi.Yine, Hz. Ömer'in mensup bulundu§u Adiy b. Ka’b
oğullarından Nuaym b. Abdullah Nahham da, Müslüman olmuştu.Kavmindan korktuğu için, o da, Müslümanlığını,
gizli tutuyordu.Habbab, b. Erett, Fatıma hatuna gelip gidip Kur'an, okur ve okuturdu,
Bir gün, Hz, Ömer; Peygamberimizle Eshabından bir cemaata saldırmak üzre,
kılıcını, kuşanmış olarak, evinden çıkmıştı ki Peygamberimiz ve Eshabının,
Safa tepeciğinin yanındaki bir evde toplandıkları ve kadınlı,erkekli kırk
kişiye yakın oldukları, kendisine haber verilmişti.Dar-ı
Erkam'da; Peygamberimiz Aleyhisselam ile Amucası Hz. Hamza,Eshab-ı Kiramdan Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Habeş
ülkesine hicret etmeyip Peygamberimizle birlikte Mekke'de oturan Müslümanlardan bazıları da, bulunuyordu.Nuaym b.
Abdullah, Hz, Ömer'e rast geldi. Ona "Ey Ömer! Nereye gitmek istiyorsun?" diye sordu.Hz, Ömer: "Kureyşilerin işlerini,
darmadağan eden,Akıllarını, akılsızlık sayan, Dinlerini, ayıplayan, İlahlarına,
dil uzatan , Şu Ata dinini, bırakıp yeni din tutan Muhammed'e gitmek istiyorum! Öldüreceğim onu!" dedi.Nuaym
b. Abdullah "Vallahi, ey Ömer! Seni, nefsin aldatmıştır nefsin! Sen, Muhammed'i, Öldürünce, Abd. Menaf oğullarının,
seni, yeryüzün gezer bırakacağını mı sanıyorsun.Sen, kendi ev halkına, dönsen de, onların
işi üzerinde dursan olmaz mı dedi.Hz. Ömer ", Sen, benim Ev halkımdan, hangisini kasdediyorsun?" diye
sordu, Nuaym b. Abdullah "Enişten ve Amucanın oğlu olan Said b, Zeyd,
b,Amr'ı ve kız kardeşin Fatıma bint-i Hattab'ı, kasd ediyorum! Vallahi, ikisi de, Müslüman oldular,
Muhammed'e, uydular ve Onun,dinine girdiler!
Sana, önce, onlarla ilgilenmek düşer!" dedi. Hz. Ömer, hemen, geri dönüp kız
kardeşi ile Eniştesinin evine kadar gitti.O sırada, onların yanında Habbab b. Erett ve onun yanında
da, içinde Taha suresi yazılı bir Sahife, bulunuyor, onu, onlara okuyordu: Hz. Ömer'in tıkırtısını,
işittikleri zaman, Habbab, evin bir köşesinde gizlendi.Fatıma, hatun Sahife'yi alıp uyluğunun altına
sakladı. Hz. Ömer, evin yanına geldiği zaman, Habbab'ın, Fatıma hatunla Said
b.Zeyd'e, Kur'an okuduğunu, işitmişti.Eve, girince "İşitmiş
olduğum o şey, ne idi?" diye sordu.Kız kardeşi ile Eşniştesi ` `Sen, bir şey işitmedin
! ' ' dediler.Hz. Ömer "Evet! Vallahi, ikinizin de, Muhammed'e uyduğunuzu ve Onun dinine girdiğinizi, haber aldım!?"
dedi ve hemen Eniştesi Said b. Zeyd'in üzerine çullandı.Fatıma hatun kalkıp onu, kocasının üzerinden
ayırmak, uzaklaştırmak isteyince, Hz. Ömer, vurup Fatıma hatunun başını yardı!
Hz. Ömer, bunu, yapınca, kız kardeşi de, Eniştesi de "Evet! Biz,
Müslüman olduk, Allah'a ve Resulüne iman ettik!
Sen, istediğini yap!" dediler. Hz. Ömer, kız kardeşinin başını,
yarıp kanattığını, görünce, yaptığına pişman oldu. Yapmak istediği şeylerden
vaz geçti. Kız kardeşine "Demin okuduğunuzu sizden dinlediğim şeylerin yazılı bu-
lunduğu şu Sahife'yi, bana, ver de, Muhammed'in getirdiği şeyin
ne olduğuna bir bakayım?" dedi.Kız kardeşi "Biz, senin Sahife'ye, bir şey yapmandan,korkarız!"
dedi.Hz.Ömer "Korkma!" dedi ve onu, okuduktan sonra, geri vereceğine, ilahları üzerine yemin etti.Bunun üzerine,
Fatıma hatun, Onun Müslüman olacağını umarak "Ey
Kardeşim! Sen, puta taptığın müddetce, pissin (temiz değilsin!)
Halbuki, Ona (Kur'an-ı Kerim, yazılı Sahife'ye) pak olandan başkası, dokunamaz! " dedi.Hz. Ömer,
kalkıp yıkanınca Fatıma Hatun, ona, Sahife'yi, verdi.Sahife'de, Taha suresi yazılı idi.Hz. Ömer,
sureyi baş tarafından okumağa başladı.Hz. Ömer: "Bu sözler, ne kadar güzel, ne kadar değerli!"
demekten, kendini, alamadı. Habbab, bunu, işitince, saklandığı yerden çıkıp Hz. Ömer'in
yanına geldi.
"Ey Ömer! Vallahi, Allah'ın, Peygamberinin duasını, sana nasib edeceğini,
umuyorum:Ben, dün, Peygamber Aleyhisselam'dan işittim ki: O; (Ey Allahım! İslam'ı,Ebulhakem b.Hişam
veya Ömer b. Hattab ile güçlendir!) diyerek dua etmişti. Ey Ömer! Artık, Allah'dan, kork! Allah'dan!" dedi.Hz.Ömer,
Habbab'a "Ey Habbab! Sen, bana, Muhammed'in bulunduğu yeri, göster de, yanına varıp Müslüman olayım?"
dedi.Habbab: "O, Safa tepesinin yanındaki bir Ev'in içindedir.Yanında da, Eshabından bazıları, bulunuyordur."
dedi.Hz. Ömer, hemen kalkıp kılıcını, kuşandı. Sonra, Peygamberimiz Aleyhisselam ile Eshabının
bulunduğu yere kadar varıp kapıların, çaldı.Hz. Ömer'in sesini, işitince, Peygamberimizin Eshabından
bir Zat kalkıp kapının gediğinden dışarı baktı.Hazret-i Ömer'i, kılıcını,
kuşanmış olarak, görünce, korktu. Peygamberimizin yanına döndü "Ya Resulallah! Bu, Ömer b. Hattab'dır.
Kılıcını kuşanmış bir haldedir!" dedi.Hz.Hamza "Ona, izin ver! Eğer, o, iyilik için
geldi ise, kendisine bol bol iyilik ederiz.
Eğer, kötülük için geldi ise, onu, kendi kılıcıyla öldürürüz!"
dedi.Peygamberimiz "Ona, izin veriniz!" buyurdu.
Kapıdaki zat, ona, izin verdi.Peygamberimiz, kalkıp ona, doğru vardı
ve kendisi ile avluda karşılaştı.Kuşağından veya ridasının toplandığı
yerden tutup kendine doğru hızlıca çekti. ve ’ Ey İbn. Hattab Ne getirdin Vallahi, Allahın,
sana, bir musibet indirmesine kadar duracağını, sanmıyorum!" buyurdu. Hazret-i Ömer "Ey Allah'ın
Resulu! Ben, Allah'a, Allah'ın Resulüne ve Ona, Allah'dan gelen şeylere iman edeyim diye Senin yanına geldim!"
dedi.
Bunun üzerine, Peygamberimiz "Allahu Ekber!" diyerek Tekbir getirdi.Peygamberimizin
Eshabından olan ve evde bulunan halk, hz. Ömer'in Müslüman olduğunu, anladılar.Onlar da, Tekbir getirdiler.Tekbir
sesleri, Mekke yollarında duyuldu.Hz. Ömer, der ki: "Müslüman olup ta, dövülmeyen, dövmeyen bir kimse görmedim.Ancak,
bundan, benim payıma, hiç bir şeyin düşmediğini gördüm.Kendi kendime (Müslümanlar, musibetlere uğrarlarken,
ben, musibete
uğramamak istemem !) dedim. Müslüman olduğum gece, kendi kendime düşündüm.
(Mekke halkından,Resulullah Aleyhisselam'a, düşmanlıkta en azılısı kim ise, gidip Müslüman olduğumu,
ona, haber vereyim! Tamam! Ebu Cehl'e, haber vereyim. dedim.Sabaha çıktığım zaman, Ebu Cehl'in kapısını,
çaldım. Ebu Cehl, yanıma çıkıp (Hoş geldin kız kardeşimin oğlu! Ne haber getirdin?)
dedi.(Allah'a ve O'nun Resulü olan Muhammed'e iman ve Kendisinin getirip
bildirdiği şeyleri tasdik ettiğimi, sana, haber vereyim diye geldim!?
deyince, kapıyı, yüzüme çarparcasına kapayıp (Allah, Seni de, Senin getirdiğin haberi de, çirkin
ve iyilikten uzak etsin!) (Allah, senin de, belanı versin, senin getirdiğin haberin de,belasını versin!)
dedi." Ve Hz. Ömer Müslüman olduktan sonra Müslümanlar açıktan ,Kabede ,toplu, cemeat halinde namaz kılmaya başladılar.Ve
Hz.Ömer Müslümanlığı seçtikten sonra , islamiyete meyili olan bir cok Kureyşli islamiyeti seçmeye başladılar.
HİCRET
Bir yerden başka bir yere göç etmek.
Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının İslâm
devletini kurmak üzere Mekke'den Medine'ye göç etmeleri.
Rasûlullah Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken
Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz tebliğ görevini Mekke'nin dışına
taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler
ve Peygamberimizi taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz onların bu cahilce hareketleri karşısında
yılmamıştır. Özellikle hacc mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara
İslâm'ı anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı.
Onlara Kur'ân okudu ve İslâm'a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında
değerlendirdiler.
"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle
bizi korkuttukları peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp
müslüman oldular.
Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamber'in geleceğini
biliyorlardı. Medinelilerle aralan açılan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince
biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü. kazıyacağız" diyorlardı.
Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde
bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik
bir topluluk Hacc için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek,
çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize söz verip bey'at
ettiler.
Peygamberliğin onüçüncü yılında Medineli
müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hacc için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek
üzere toplandılar.
Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Abbas'la birlikte
Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok
ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk konuşmayı
Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en
sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden
bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceğiniz sözü yerine getirebilecek ve kendisini muhaliflerinden
koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini
yardımsız bırakacak rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu bırakımı.
Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."
Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) konuştu.
Bundan sonra Medineli müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek
ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbımıza bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir.
Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni
de, esirgeyip koruyacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar
olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde sadıkız".
Peygamberimiz iki şart ileri sürdü, "Rabbim için
şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı,
kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu.
Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdular.
Medineliler "bu kârlı alış veriştir" deyip Allah Rasûlüne bey'at ettiler.
Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili
haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir
müddet sonra peygamberimiz müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk olarak Cahşoğulları
hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede
bulunan müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak karısını
dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."
Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve diğer müslümanlar
hicret ettiler.
Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz
ona "acele etme, belki Allah sana bir arkadaş bulur" diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve
satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.
Kureyşliler müslümanların Medine'de tutunduklarını
görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis binasında
toplandılar. Çeşitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.
Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini,
bunların hep birlikte Peygamberimizi öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâçoğullarının bütün kabilelerle
çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini bildirdi.
Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz
Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına
başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müşrikleri yanıltmak
amacıyla Hz. Ali'ye Peygamberimizin evinde kalması emredildi.
Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin evini
kuşattılar. Allah Rasûlü Kur'ân okuyarak Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından
görünmeden geçmiştir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin yatağında yatanın Hz. Ali olduğunu
görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.
Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ebu Bekir'le birlikte Sevr Dağı'na
doğru yol alıp Hıra mağarasına gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında
Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri şaşırtmak için de böyle bir yola başvurulmuştu.
Müşrikler hz. Ali'yi ve Hz. Ebû Bekir'in kızı
Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına
aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler,
mağaranın önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'ın oraya girmesinden sonra yuva yaptığını,
örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Rasülünün mağarada gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler.
Elleri boş olarak geri döndüler.
Hz. Peygamber (s.a.s) ile Hz. Ebu Bekir bu mağarada
üç gün kaldılar. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz.
Ebu Bekir'in çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye çalıştı.
Yol Kılavuzu Uraykıt Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir'in bineceği develeri getirdi. Peygamberimiz devenin ücretini
Ebu Bekir'e ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.
Kureyşliler, Peygamberimizi bütün uğraşlarına
rağmen bulamayınca şaşkına döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi
heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya başladılar. Her yöne haberciler
gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Rasûlünü bulabilmek ve yüz deveye
sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte
olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü
kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda kaldı. Bunun
üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla
yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetişti. Onlara "bugün
seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin duasıyla Süraka'nın atının
ön ayakları kuma gömüldü. Böylece Allah bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü yalnız bırakmamış
ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.
Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği
anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu.
Peygamberimize ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının
kabul edilebilmesi için müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.
Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak
isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize
yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ
edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman oldular. Büreyd, peygamberimizin Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını
düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı,
böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin bayraktarlığını yapmış oldu.
Peygamberimizin Mekke'den çıktığını
duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar,
sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek
bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye başlamıştı. Peygamberimizin ve arkadaşlarının
gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla " ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz,
beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'ın geldiğini onlara haber verdi.
Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi karşıladılar.
Peygamberimiz burada bir müddet kaldı ve Kuba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da Rasûlulah'a yetişti.
Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı.
Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere
bırakmak şartıyla yoluna devam etti.
Peygamberimiz bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti.
Hareketinden önce Neccâroğullarına kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir.
Abdulmuttalib'in annesi Neccaroğullarının kızıydı. Dolayısıyla Neccaroğulları
Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.
Neccaroğulları Peygamberimizi Medine'ye götürdüler.
Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu. Allah Rasûlü hiç kimseyi kırmak istemiyordu. " Devenin
yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur" diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz
bu araziye akrabalarından kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb
El-Ensâri'nin evine misafir oldu.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye gelişi Medineli
mü'minleri büyük bir sevince boğdu.
Bütün mü'minler, evlerinin damına çıkmış;
gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler "Yâ Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!" diyerek bağırıyorlardı.
(Müslim, Sahih, VIII, 237). Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda "Rasûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi!
Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan
oynuyorlardı (Ebû Davud Sünen, II, 579)
Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan:
"Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen
Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emr ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı (Semhudî, Vefaü'l-Vefa,
I,187, Halebi insanü'l-Uyun, II, 58).
Berâ' b. Âzib: "Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince,
Medinelilerin Rasûlullah'a sevindikleri kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim demiştir.
Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'ın Medine'ye
girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der (İbn Sâ'd, Tabakat, I, 233, 234).
Rasûlullah Medine'ye varınca mü'minlerin her biri
kendi evinde ağırlamak istediler ve bu konuda yarışırcasına hareket ettiler. Rasûlullah'ı
misafir edebilmek için devesinin önüne geçiyorlardı. Efendimiz onlara "Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği
ona emir buyurulmuştur" diyordu (Semhûdî-Vefâü'l-Vefâ, I,183). | |
TARIHTE HICRET: HZ. İBRAHIM (A.S)'IN HICRETI:
Hz. İbrahim, kendi kavmine Allah'ın
dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun eğmemiş, bir
bir işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir netice doğurmamış
ve toplumunu küfür bataklığından çekip almamıştır. Artık netice belli olmuştur; kavmi
kendi doğrultusunda gitmektedir. Hz. İbrahim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir.
Hz. İbrahim kavminin iman etmesine imkân
ve ihtimal kalmadığını anlarınca, sapıklık ve küfür diyarından uzak kalmak amacıyla,
her şeyiyle yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1437).
Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur:
"Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karşı yer de olsa Cennet'te İbrahim
ve Muhammed (s.a.s) onun arkadaşı olur."
ASHAB-I KEHF'IN HICRETI:
Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara
hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine
çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar da inananların
gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık
davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenirler,
korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni
budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan kaynaklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm Ashab-ı Kehf'ten: "Rablerine
inanan gençler" (el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da onların hidayetlerini artırmıştı".
Ashab-ı Kehf'in, kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını
Kur'ân övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulman ve Allah'ın rahmetine
kavuşmayı gaye edinmişlerdi.
"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan
(Allah'dan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık
yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?" dediklerinde, onların kalplerini (sabır
ve sebat ile hakka) bağlamıştık."
(Birbirlerine şöyle demişlerdi):
"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka
tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının
ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın " (el Kehf,18/ 14,16)
Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada
inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı
duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.
HABEŞISTAN'A HICRET:
İslâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin
önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız
zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz,
sayıları yüzü bulan sahabiye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi
niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki defa hicret edildi.
Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi
eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan
bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama. en azından
orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı
söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkanlardan da müslümanlar tamamıyla
mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için
bir izin verilmiş oluyordu...
HICRETIN HÜKMÜ:
Kur'ân'ın bir çok âyeti hicretten, hicretin
gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden... söz eder.
Hicretin ne denli önemli olduğuna şu
âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir:
"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını
alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan
aciz kimseler idik" derler. Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz
ya" derler. İşte onlar böyle. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden,
kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve (hicret)
için bir yol bulamayanlar müstesna" (en-Nisâ, 4/97, 98).
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn
Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:
"Peygamber (s.a.s) zamanında bazı müslümanlar
müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş
sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine
bu ayetler nazil oldu. Yine İbn Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a
girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde
müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar
bunun üzerine: "Bizim arkadaşlarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan
mağfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542).
Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı
ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı
tamamiyle yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir"
fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.
Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup
da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine
zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (İbn Kesîr
Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği,
inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-İslam'a hicret etmekten alıkoymaz.
Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l-
Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak
ve cihada katılabilmek için Dârü'l-İslâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarından
İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde
dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten daha
iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının,da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin
bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan ayet ve hadisler arasındaki aykırılık
açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir
(eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin işlenmesi
veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı
konusunda icmâ' vardır (eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 29).
Kişi "ben hicret edeceğim ama, gideceğim
yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek
miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi
bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret
ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir
olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/100). Bu bakımdan ne rızık
endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.
Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır.
Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî
zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı
dönemlerde küfür İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı,
imanın kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.
İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya
da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler
İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret
zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret
tarihin belirli bir dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyamete kadar kaimdir.
Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b.
Safvan (r.a) babasını getirerek, Rasûlullah'a babasının da hicret sevabından payını almasını
istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'ı
bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı
olmasını ister. Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah
şu cevabı verir: " Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur" Hadîsin râvilerinden olan Yezid b.
Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor"
diye hadisi açıklamıştır (İbn Mace Keffâret).
Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek
artık söz konusu değildir. Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi
fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer
haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.
Diğer bir kısım hadislerde ise,
hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir:
"Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin
sonu gelmeyecektir (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları,
Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır" (Ebû Davûd, Cihad).
Bu hadislerden anlaşıldığına
göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olması söz konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'den
Darü'l-İslâm'a hicret etmemin vucûbu kıyamete kadardır. Ebu Bekr İbnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s)
zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin
fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 29) der.
Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden
biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir.
Mü'minler de buna aymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak
zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı
olduğu bir müessesedir.
Peygamber Efendimiz, bazan büyük kalabalıkları
bile hicret edip etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına
verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a davet et. Kabul ederlerse,
sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste.
Bunu yaptıklarında do muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını
bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî müslümanların aynısı olacağını
onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacok, ancak müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça
fey' ve ganimetten pay alamayacaklardır" (İbn Kesîr, Tefsîr, III, 329).
Hicretin devlet politikasında önemli bir
yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.
Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri
araştırıldığında bazı zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve
hayrıyla yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savaşçıya
sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını
genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî
zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve
belki de İslâm düşmanları tarafından işgal edilecekti (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi,
II, 277, 278). Bu bakımdan Peygamber Efendimiz İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve
müslümanların savaş gücünün artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret
üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.
HICRET EDENLER VE ECIRLERI:
Allah (c.c) için yapılan her hareket, tavır
ve söz'ün karşılıksız kalması mümkün değildir. Allah için bulunduğu yeri, bin bir zorluk
altında terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde kullukta
bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c) Kur'ân-ı Kerîm'de, hicret
edenlere müjdeler vermektedir:
"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah
yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler" (el-Bakara, 2/ 219; et-Tevbe, 9/20).
"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş
olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah razı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği
nimet ve sevap)dan razi olmuşlardır. Onlar o cennetlerde ebedî kalıcıdırlar" (et-Tevbe, 9/100).
"(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda
hicret edenleri dünyada iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür.
Keşke ölmüş olsalardı" (en-Nahl, 16/41).
Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının
affedilmesi şartıyla bey'at edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını
anlatmıştı: "Sen İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce işlemiş günahları
yok ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan önce) işlenmiş
günahları silip süpürdüğünü bilmiyor muydun?"
Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik
ve mutlak sahibidir. Bütün varlık âlemini insan için yaratan ve onları insanın emrine veren Allah'tır.
İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansız olarak yaşamak için
yaratılmıştır. Bundan yüz çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanların
mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine zulüm etmiş olmaktan" kurtaramayacaktır.
Bu konuda Allahu Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir:
"Ey inanmış olan kullarım, muhakkak,
benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O halde (şuna buna değil de) yalnız bana ibadet edin (el-Ankebût;
29/56).
Bu ayetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan
Mekkeli, güçsüz bir kısım müslüman hakkında nazil olduğu bildirilmektedir.
Bu ayet, Allah'ın inanan kullarına,
dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları bir yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir
yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Memleketler, Allah'ın memleketleridir.
Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerle" ( İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l
Azim, II,14). Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız
onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dininî, bütünüyle Allah'ın
emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan
başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın
yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü
Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine ibadet ettikleri
yerdir."
İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz,
isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın malımızın, ticaretimizin,
acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer
olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu
memlekette yalnız Allah'a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır,
daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibadetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip
o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır"
(Elmalı, U.H. Y. Hak Dinî Kur'ân Dili, V, 3790).
MEDİNE DÖNEMİ
İnsanlığın, cehaletin, şirkin
ve putperestliğin karanlığından ilâhi gerçeklerin aydınlığına kavuşup, ebedî
kurtuluşa erebilmesi için gönderilen son din olan İslâm'ın örnek bir topluluk tarafından nasıl yaşanacağının
ortaya konduğu ve insanı insana köle olmaktan kurtaran, bunu bütün insanlığı kucaklayacak şekilde
hakim kılmanın bir vasıtası olan İslâm'ın devlet sisteminin kurulduğu Medine'ye hicretle
başlayıp, Resulullah (s.a.s)'in ölümüne dek süren on senelik tebliğ ve cihat dönemi.
İslâm, Resulullah (s.a.s)'in yirmi üç yıllık
bir tevhid mücadelesi sonucunda tamamlanmış, kemale ermiştir. Bu tebliğin, ilk ayetin vahyoluşundan
Resulullah'ın Medine'ye hicretine kadar olan on üç senelik bölümü Mekke Dönemi* olarak adlandırılır. Mekke
Dönemi, müslümanların takibata uğradığı, her türlü eziyet ve işkencenin onlara acımasızca
reva görüldüğü bir dönemdir. Allah Teâlâ, mustaz'aflardan oluşan bu ilk inananlar topluluğunu insan tahammülünün
ötesinde zorluklarla imtihan ediyor, kurulacak İslâm devletinin sarsılmaz temel taşları olmaları
için ruhî bir hazırlık safhasından geçiriyordu. Bu insanlar aynı zamanda kıyamete kadar gelecek müslüman
nesillere, tağutların yıldırma ve her türlü işkencelerine karşı nasıl tahammül etmeleri
gerektiğinin örneklerini veriyorlardı.
Mekkeli müşrikler, inananları susturmak
için bütün yolları denemiş, ancak uyguladıkları zalimce yöntemler neticesinde, iman edenlerin dinlerinden
vazgeçeceklerini umdukları halde, onların imanlarında daha da sağlamlaştıklarını ve
kendilerine karşı koymada dirençlerinden hiç bir şey kaybetmediklerini görmüşlerdi. Bu, onların tamamen
sertleşmelerine ve müslümanların Mekke'de yaşamalarını imkânsız kılacak kararlar almalarına
sebep olmuştu.
Bir zaman sonra boykot edilen ve görüldükleri
her yerde saldırıya uğrayan müslümanlar için Mekke'de barınma imkânları tamamen ortadan kalkmıştı.
Bu insanlar, sırf rabbimiz Allah'tır dedikleri ve onların taptıkları saçma ilâhlarına tapınmayı
reddettikleri için bütün bu zulümlere muhatap oluyorlardı. Peygambere tabi olan ve müslümanca yaşamak için her şeyini
feda etmeye hazır bu insanlar imanlarından dolayı zulüm görmeyeceklerini bildikleri Habeşistan gibi uzak
ve yabancı bir diyara hicret etmek zorunda kalmışlardı. Ancak bu hicret Mekke'de dayanılmaz baskılardan
bunalan Müslümanların bir an olsun rahatlayabilmeleri için, geçici bir çözüm olarak düşünülmüştür.
Bu arada kendisine iman etmediği halde Resulullah
(s.a.s)'i müşrik zorbaların bütün saldırılarına karşı korumayı, her türlü zorlama
ve tehditlere rağmen sürdüren amcası Ebu Talib vefat edince onun yerine Haşimoğullarının başına
İslâm'a karşı en acımasız kimselerden biri olan Ebu Leheb geçmişti. Artık Resulullah için
Mekke yaşanmaz bir hale gelmişti. O, Mekke'de ilâhî merhamete karşı, kalpleri mühürlenmiş müşriklerin
her gün değişik türde saldırılarına maruz kalıyordu. Bunun üzerine o, kendisinin tebliğine
kulak verebilecek başka topluluklara yönelmek zaruretini hissetmişti. Bunun için ilk önce Taif'e gitmiş, ancak
orada kimseye birşey dinletemediği gibi, taşa tutulmuştu. O, Mekke'den ayrıldığı zaman
Ebu Leheb onu "toplum dışı" ilân ederek tekrar Mekke'ye dönmesini de engellemek istemişti. Bu durumda
birilerinin ona eman hakkı tanıması gerekiyordu ki, Mekke'ye girebilsin. Kendisini himayesi altına almak
için müracat ettiği üçüncü kimse olan Mut'im İbn Adiyy bu isteğini kabul etmiş ve tekrar Mekke'ye geri
dönebilmişti. Tevhidî gerçekleri tebliğ görevine başlamasından sonra çektiği onca ızdırablara
ve her geçen gün sistematik bir şekilde zorlaşan güçlüklere ve kavminin azgınlıklarına rağmen
o, Allah'ın kelimesini yüceltmek için yılmadan ve hiç bir tehlikeden korkmadan sarsılmaz bir kararlılıkla
mücadelesini sürdürmüştür.
Resulullah (s.a.s), tevhid akidesini insanlara
tebliğ etmede; Mekke panayırlarına ticaret ve cahilî âdetler üzere haccetmek için gelen yabancıları
hedef almaya yöneldi.
Onlara Allah Tealâ'nın kendisine vadettiği
gerçekleri bildirerek, kendisine sahip çıkmalarını istiyordu. Resulullah onlara şöyle diyordu: "Beni himayeniz
altına alın ve benim sözlerimi dinleyin; görürsünüz ki, İran ve Bizans İmparatorluklarının sahip
ve efendileri sizler olursunuz". Ancak o, girdiği onbeş çadırdan da red cevabı alarak kovulmuştu.
Neticede Allah Tealâ'nın takdir ettiği ve hidayetine lâyık gördüğü bir grubu Akabe mevkiinde İslâm'a
davet ettiğinde, onlar hiç tereddüt göstermeden iman etmişlerdi. Altı kişilik bu küçük topluluk, Medine'de
sürekli mücadele halinde olan iki rakip kabileden Hazrec kabilesine mensup kimselerden oluşuyordu. Bu altı kişi
memleketlerine döndüklerinde, büyük bir heyecanla iman ettikleri yeni tevhidî dinlerini diğer insanlara anlatmaya koyulmuşlardır.
Bir sonraki yıl yine Akabe mevkiinde Resulullahla buluşan on iki Medineli'den onu Hazrecli ve ikisi de Evs kabilesindendi.
İşte bu buluşmadadır ki, Medine döneminin temellerini oluşturan ve tarihe birinci Akabe bey'atı
olarak geçen bey'at gerçekleşmişti.
Resulullah (s.a.s), onlara dinin bir takım
temel prensiplerini bildirmiş ve bunlara uymaları konusunda onlardan kesin söz almıştı. Resulullah
(s.a.s), İslâm'ı öğretmek için Mus'ab b. Umeyr'i onlara hoca tayin ederek Medine'ye göndermişti. Bir yıl
sonra Mus'ab, Resulullah'a sunduğu raporunda Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı bir evin
kalmadığını bildiriyordu.
Birinci Akabe Bey'atin'den bir yıl sonra,
yine aynı mevkide bu sefer, ikisi kadın yetmiş üç kişiden oluşan Medineli müslümanlarla buluşmuş
ve İkinci Akabe Bey'ati olarak adlandırılan bey'at gerçekleştirilmişti. Bu bey'atla Resulullah Medinelilere,
Medine'ye hicret etmek istediğini bildirmiş ve kendisini bütün düşmanlarına karşı koruyacaklarına
ve emrinden ayrılmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istemişti. Medineli müslümanlar, Resulullah (s.a.s)'i
savaşta ve barışta, her türlü tehlike ve tehditlere karşı koruyacaklarına dair söz vermişlerdi.
Resulullah (s.a.s), Medine'de oluşan İslâm
cemaatini teşkilatlandırmak maksadıyla her sop için bir başkan seçmiş ve bunların hepsine birden,
Es'ad İbn Zürâre'yi başkan tayin etmişti.
Bu bey'attan sonra Resulullah (s.a.s)'a Medine'ye
hicret emri verildi (Buharî, Menâkibul-Ensar, 45). Bunun üzerine Mekke'de bulunan müslümanlar küçük gruplar halinde Medine'ye
gitmeye başladı. Kısa zaman sonra Mekke'de, yakınları tarafından engellenen kimseler ve Resulullah
(s.a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den başka kimse kalmamıştı. İslam'ın bu şekilde Mekke
dışına taşması, Mekke şehir devletini idare edenleri tedirgin etmişti. Çünkü onlar, Resulullah
(s.a.s)'ın Medine'de meydana getireceği gücün ileride kendi müşrik yönetimlerine son verecek bir duruma gelmesinden
korkuyorlardı. Zaten Hicret, Müslümanlar için bir kaçış değildir. Zira onlar Allah'tan başka korkulacak
bir gücün varlığına inanmıyorlardı. Onlar, Allah ve Resulünün emrettiklerine uyarak dinleri uğruna
her şeylerini feda etmişlerdi. Bu hicret, Allah Teâlâ'nın tesbit etmiş olduğu bir hareket stratejisinin
uygulanmaya konmasından başka bir şey değildir.
Tehlikenin boyutlarını kavrayan Mekke
müşrikleri, önemli kararlarını almak için toplandıkları bir meclis olan Darü'n-Nedve'de bir araya
gelerek Resulullah'ı öldürme kararı almışlardı. Ancak onlar, Allah Tealâ'nın Resulünü korumakta
olduğundan habersizdiler. Onların kurduğu komplo hiç bir işe yaramamış, Resulullah (s.a.s),
Hz. Ebu Bekir (r.a) ile yaptığı tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmıştı. O,
ilk önce Medine'nin girişinde Kuba köyünde konaklamış ve burada bir mescit inşa etmişti.
Kuba'da birkaç gün dinlendikten sonra Medine'ye
hareket eden Resulullah (s.a.s)'i Medineli müslümanlar büyük bir coşku içerisinde karşılamış ve herkes,
onu evinde konaklama şerefine nail olmak için yarışa girmişlerdi. O, başını boş bıraktığı
devesinin çöktüğü boş arsaya en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî'nin evine yerleşmişti.
Resülullah (s.a.s)'in Kübaya ulaşmasıyla
İslâm vahyinin Mekke dönemi olarak adlandırılan ve kendine has bir özelliği olan dönemi kapanıyor
ve İslâm'ı insanlara ulaştırıp, onların müşrik zorbaların tahakkümünden ve şirkin
karanlığından kurtarmak için kuvvetin teşkilatlandırılıp, devlet şekline sokulmasıyla
birlikte Resulullah (s.a.s)'in vefatına kadar on sene sürecek olan yeni bir dönem başlıyordu.
İLK YAPILAN MESCİD
Resulullah (s.a.s)'in ilk işi devesinin çöktüğü
arsayı sahiplerinden satın alarak buraya bir mescit inşa etmek olmuştur. Mescid-i Nebî adı ile anılan
bu mekânın İslâm devletinin oluşumu ve yönetilmesinde gördüğü fonksiyon oldukça büyüktür.
MESCİDU'N-NEBEVİ
Resulullah (s.a.s)'ın Medine'ye hicretinden
hemen sonra ashabıyla birlikte bina ettiği mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Şerîf, Mescid-i Saadet
ve Mescid-i Nebevî adlarıyla da anılmaktadır. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra yeryüzündeki mescitlerin
en faziletlisidir.
Resulullah (s.a.s), Hicret yolculuğunda kısa
bir müddet Medine'nin dışında bulunan Kuba köyünde kalmıştı. Bu esnada Kuba mescidi adıyla
bilenen mescidi inşa ettirmişti. Buradan yola çıkıp, Medine'ye girdiği zaman, Resulullah (s.a.s),
misafir edip ağırlama şerefine nail olabilmek için herkes birbiriyle yarışa girmişti. Kendisini
davet edenlere Resulullah (s.a.s); "Bırakın deve serbestçe yürüsün. O bizi Allahın razı olacağı
bir yere kadar götürecektir" diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü.
Buraya evi en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî, Resulullah (s.a.s)'ın eşyalarını alıp sevinçli
bir halde evine taşıdı (bk. Hicret mad.).
Resulullah (s.a.s)'ın devesinin çöktüğü
bu arsa sahipleri olan Neccaroğullarından Sehl ve Suheyl hibe etmek için ısrar ettilerse de Resulullah (s.a.s)
bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblağ karşılığında burayı satın aldı.
Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi.
İbn Sa'd, Resulullah'ın Medine'ye hicretinden
önce Esad ibn Zurare'nin arkadaşlarıyla burada namaz kıldığını, ayrıca cuma namazlarını
da burada kıldırdığını nakletmektedir. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde,
cahiliye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Resulullah bu mezarlığın
kaldırılmasını istedi. Böylece mescidin inşa edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca
burada bulunan su birikintisi de yok edildi (Nesaî, Mesâcid, 12; İbn Sa'd Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I, 239).
Bu arsa üzerinde hemen bir mescit bina edilmeye
başlandı. Ensar, Muhacir ve diğer gönüllü kimselerin de katıldığı kalabalık bir işçi-usta
topluluğu tarafından yürütülen çalışmalar sonunda mescit, kısa sürede bina edildi. Resulullah (s.a.s)
çalışmaları idare edip, mescidin kıble tarafındaki temellerinin atılması ve diğer
planlamaları yapmakla yetinmeyip, çalışmalara bir işçi gibi taş, kerpiç taşıyarak katılmıştır.
O, bu çalışmalar esnasında şu beyitleri söylüyordu: "Allahım! Ahiret hayatından başka hayat
yoktur. Ensara ve muhacirûna mağfiret et" (İbn Sa'd a.g.e., I, 239-240).
Temeller toprak seviyesine kadar taş, zeminden
yukarısı ise kerpiç kullanılarak bina edildi. Temel yaklaşık olarak bir buçuk metre derinliğinde
açılmıştı.
Eni-boyu yüzer zıra (bir zıra =kırkbeş
santim) olmak üzere, kare şeklinde inşa edilen mescidin mihrabı Beytu'l-Makdis yönüne denk düşecek şekilde
kuzey duvarında işaretlenmişti. Üç tane kapıdan biri güney tarafındaki arka duvarda, ikincisi batı
tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise Resulullah (s.a.s)'in hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi. Bu
kapıya Cibril kapısı denirdi.
Resulullah (s.a.s), ilk önceleri bir hurma kütüğü
üzerine çıkarak hutbe okurdu. Bir zaman sonra bizzat Resulullah (s.a.s)'ın isteği veya ashabın, cemaatın
kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe okurken onu göremediklerini bildirmeleri üzerine,
bir kaç basamaklı bir minber yapılarak, mescite yerleştirildi (Buhârî, Cuma, 26; İbn Sa'd, a.g.e., I,
250-251).
Hicretten on altı ay sonra Kıblenin
yönü Beytullah tarafına çevrildiği zaman, güneydeki kapı kapatılarak, burası mihrab yapıldı,
Kuzeydeki duvarda da bir kapı açıldı. Mescitte namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak
mescitin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma, dal ve yapraklarından bir gölgelik
yapılmıştı.
Mescitin doğu tarafında duvara bitişik
olarak Resulullah (s.a.s)'in hanımları Hz. Âişe (r.anh) ve Hz. Sevde (r.anh) için, iki oda inşa edilmişti.
Ayrıca yine mescite bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim yeri, geceleri ise, evsiz kimseler ve
misafirlerin barınması için "Suffa" denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti. Resulullah (s.a.s)'e ait
odalara, zamanla yedi oda daha eklenerek oda sayısı dokuza çıkmıştır. Bunların hepsi kerpiçten
idi (İbn Sa'd, a.g.e., I, 499).
Medine'de inşa edilen bu mescit aynı
zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi. Resulullah,
ashabıyla orada istişare eder, savaş ve barış kararlarını orada alır, elçi heyetlerini
orada kabul eder, savaşa çıkacak orduları orada techiz ederek yola çıkarır, topluma ait bütün meseleler
orada çözüme kavuşturulur, hatta gerektiğinde suçlular ve esirler bağlanmak suretiyle orada hapsedilirdi (Nesei,
Mesâcid, 20).
Eğitim-öğretim faaliyetleri, mescitin
"Suffa" denilen kısmında yerine getiriliyordu. İslâm ümmetinin nüvesini oluşturan Ashab ve seçkin sahabe
âlimler, İslâmda ilk üniversite sayılabilecek bu mekanda yetişmişlerdi. İslâm'ın esaslarını
öğrenmek üzere Medine dışından gelenler için aynı zamanda bir yatakhane vazifesi görüyordu (İbn
Sa'd a.g.e., 255). Bir defasında, Temim kabilesine mensup yetmiş kişi burada barındırılmış
idi (Ahmed b. Hanbel, III, 371).
Resulullah (s.a.s), burada bizzat dersler veriyordu.
Ancak, yeni gelen ve başlangıçta olan öğrencilere okuma yazmayı ve Kur'an-ı Kerim'i öğreten
diğer öğretmenler de bulunmakta idi. Medine'den ve uzak yerlerden olmak üzere burada okuyan öğrencilerin dört
yüz kişi gibi bir sayıya ulaştığı oluyordu. Burada barınanların ihtiyaçlarının
büyük bir bölümü, cömert sahabeler tarafından karşılanmaktaydı (M. Hamidullah, İslam Peygamberi,
İstanbul, 1980, II, 832).
Medine'de bir evi ve ailesi olmayan fakir kimseler
de Suffa'da yatıp kalkıyor, ihtiyaçlarını buradan sağlıyorlardı (İbn Sa'd a.g.e, 255).
Mescid-i Nebevi, ilk inşa edilişinden
sonra bir takım genişletme faaliyetleri gördü. Hayber'in fethinden sonra Resulullah (s.a.s), mesciti bir miktar
genişletmişti. Resulullah (s.a.s), vefatından kısa bir müddet önce, Hz. Ebu Bekir'in kapısı
hariç odalardan mescite açılan bütün kapıları kapattırmıştı (Buhari, Ashab, 3). Resulullah
(s.a.s) vefat ettiğinde Hz. Âişe (r.anha)'ye ait odada defnedilmiştir.
İlk ciddi genişletme, Hz. Ömer (r.a)'in
hilâfeti zamanında yapıldı. Güney tarafından beş, Batı ve Kuzey taraflarından da onar metre
ilave yapıldı. Doğu tarafına ilâve yapılmadı ve Resulullah (s.a.s)'ın hanımlarının
odaları olduğu gibi kaldı. Kuzey, doğu ve batı duvarlarında ikişer tane olmak üzere, kapı
sayısı altıya çıkarıldı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer vefat ettiklerinde Peygamber (s.a.s)'ın
yanına defnedilmişlerdir.
Hicretin yirmi dokuzuncu yılında Hz.
Osman (r.a), mesciti yeniden inşa ettirdi. Duvarları süslü taş ile yeniden örüldü. Taş sütunlar kullanılarak
mescitin bir kısmının üzeri kapatıldı. Kapılarının sayısında bir değişiklik
yapılmadı. Bu yenileme ile mescitin genişliği yüz elli zıra, uzunluğu ise yüz altmış
zıra'a çıkmıştır (İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, III,103; Suyütî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut
1986, 173).
Emevîler zamanında, Medine Valisi Ömer b.
Abdülaziz eliyle mescit yeniden inşa ettirildi. Hicrî seksen sekiz'den, doksan bire kadar süren çalışmalarla
mescit, doğu, batı ve kuzey yönlerinden genişletilmişti. Peygamber (s.a.s)'in hanımlarının
odaları Mescide katılmıştır (İbn Sa'd, a.g.e., I, 399). Resulullah (s.a.s)'in kabr-i şerifleri
Hz. Âişe (r.anh) validemizin odasında bulunduğu için bu odanın sadece bir bölümü mescite dahil edildi.
Mescitin duvarları taş ve kerpiç kullanılarak
yapılmış ve mermerlerle kaplanarak süslenmişti. Tavanı da Hindistan'da yetişen saac ağacı
ile örtüldü ve altın suyu ile yaldızlandı. Bu yenileme ile mescitin uzunluğu ikiyüz zıra, genişliği
de yüz altmış yedi zıra çıkmıştır. Sütunları mermerden yapılarak, sütun başlıkları
altınlarla süslendi. Eyvanların yapımında taşlar kurşun kullanılarak birbirine geçirilip
sağlamlaştırıldı. Ravza-ı Mutahhara (Resulullah (s.a.s)'nın kabrinin bulunduğu yer)'ın
tavanı saac ağacı ile örtülerek yazılarla süslendi. İlk olarak mihrab ve dört tane de minare yapıldı.
Abbasîlerden el-Mehdî, Hicrî 162-778'de kuzey
tarafından genişleterek, üç yıl süren çalışmalarla mesciti yeniledi. Yine 202 (817) yılında
Me'mun, mesciti tekrar restore ettirdi.
576 (1180) yılında en-Nasır Lidinillah,
Resulullah (s.a.s)'den kalan değerli eşyayı muhafaza etmek için mescitin sahnında kubbeli bir oda yaptırdı.
Hz. Âişe (r.anh)'ın sakladıklarından bulabildiklerini buraya koydu. Bunlar; Resulullah (s.a.s)'ın
vefat ettiği zaman giymekte olduğu çuhadan yapılmış rida ve izar, atlas kumaş ile işlemeli
şal bir cübbe, Bürde-i Saadet, seccade, sancaklar, bir kısım resmi evrak ve Ashabdan bazılarına ait
bir takım eşyadan ibaretti.
654 (1256) yılının Ramazan ayının
ilk cuma günü, kandilleri yakan kandilcinin ihmali, kutsal emanetlerin korunduğu sahndaki kubbeli oda hariç, mescidin
tamamen yanmasına sebep olmuştu. Abbasîler'den el-Mu'tasım, 655 (1257) yılı hac mevsiminde ustalar
ve malzeme göndererek mescitin yeniden inşa edilmesini sağladı. Yemen Meliki Muzaffer ve Mısır Meliki
Nureddin Ali İbn Mu'iz'in de iştirak ettiği bu çalışmalarla hücre-i nebeviye ve duvarların bir
kısmı yeniden yapılmıştı. Melik Muzaffer, Yemen'de yaptırdığı sanat değeri
çok yüksek bir minberi de Mescite yerleştirmişti. Ancak, imar işi tamamlanamamıştı. 685 (1295)'de
Baybars, yarım kalan inşaatı tamamladı ve küçük bulduğu Melik Muzaffer'in minberini kaldırarak
yerine, Mısır'dan getirttiği daha büyük ve sanat bakımından daha zarif bir minberi yerleştirdi.
886 (1481) Ramazanının 13. günü minarelerden birine isabet eden yıldırım, mescitin yanarak, duvarlarının
yıkılmasına sebep oldu. Minber, mushaflar ve kitapların tamamı yandı. Ravza-ı Mutahhara
ve sahndaki kubbeli oda bu yangından zarar görmemişti.
Mısır Memlûk Sultanı Eşref
Kaytabay, Emir Sankar el-Cemalî'yi kalabalık bir usta kafilesiyle Medine'ye gönderdi.
Mescit biraz genişletilerek duvarlar ve minberler
yeniden inşa edildi. Mihrabı da biraz genişleterek, üzerini, çevresindeki direklerin başlıklarına
oturtulan bir Kubbe ile kapadılar. Ravza-ı Mutahhara'nın duvarları üzerine de bir kubbe oturttular. Bunun
üzerini de sütunların taşıdığı diğer bir kubbe ile kapadılar. Sonra, Ravza-ı
Mutahhara ile kıble duvarı arasına, etrafını üç küçük kubbenin çevrelediği büyük bir kubbe yapıldı.
Yapılan diğer bazı kubbelerle de mescitin bir kısmı örtülmüş oldu. Yeniden yapılan mihrap,
renkli mermerler ile süslendi. Rahmet kapısının yanında Medrese-i Mahmudiye adıyla anılan bir
medrese inşa edildi. Kaytabay, yapılan bu işler için yüzyirmibin dinar tahsis etmişti.
Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevî'nin
bakımı titizlikle yerine getirilmiş ve tezyin edilmiştir. I. Mahmud, Ravza-ı Mutahhara'nın üzerinde
bulunan kubbeyi yenileyerek, koyu yeşile boyadı. Bundan dolayı bu kubbe, Kubbetu'l-Hadra (yeşil kubbe)
adıyla anılır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa da Mescid-i Nebevi'de birtakım restorasyon
çalışmaları yapmıştır. Mescit, Abdulmecid tarafından yeniden inşa edilmiştir.
Abdulmecid'in bu iş için seçtiği ustalar, Akik vadisinde bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve taşlar kestiler.
Mesciti parça parça inşa etmeye başladılar. Yani bir kısmını yıkıyor, yerini hemen
yapıyorlardı. 1849-1861 yılları arasında on iki şene süren inşa çalışmaları
ile mescit yeni baştan inşa edildi.
Mayıs 1953'te başlatılan diğer
bir çalışma ile, ön kısmı hariç yeni baştan inşa edilerek bugünkü hale getirildi. İlk imar
edildiğinde yaklaşık 2475 m. kare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren çeşitli inşa
faaliyetleri sonunda 12271 m. kare genişliğe ulaşmıştır. Bugün ise yeniden büyük genişletme
çalışmalarıyla bu alan birkaç katına çıkarılacak şekilde büyütülmüş bulunmaktadır.
Mescid-i Nebevî'nin Fazileti
Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan
sonra, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Bu konuda Resulullah (s.a.s)'den bir çok hadis varit olmuştur.
Mescid-i Nebî'de, bir bölüm vardı ki, Resulullah
(s.a.s) burayı Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelemiştir. Ayrıca minberini de aynı şekilde
vasıflandırmıştır.
Bir hadiste şöyle denilmektedir:
"Resulullah, bir hurma kütüğüne yaslanarak
hutbe okurdu. Ashabdan biri şöyle dedi: "Ya Resulullah! Senin için bir şey yapalım ki, cuma günü üzerine çıktığın
zaman insanlar sizi görsün ve hutbenizi duyabilsinler" dedi. Bunun üzerine Resulullah; "olur" dedi. Üç basamaklı bir
minber yapıldı. Daha önce yaslanıp hutbe okuduğu kütüğü geçince, kütükten on aylık gebe devenin
inlemesi gibi iniltiler gelmeye başladı. Resulullah onu eliyle meshetti ve ses kesildi (Buhârî, Cuma, 26; Nesaî,
Cuma, 17; İbn Mâce, İkame, 199; İbn Sa'd, a.g.e.,I, 239-254).
Resulullah (s.a.s), bu minberin üzerine çıktığı
zaman şöyle demişti:
"Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden
bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir (Ahmed b. Hanbel, II, 36, 450, 534; V, 41). Diğer bir hadis
de; "Evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir" (Ahmed b.
Hanbel, II, 236) şeklindedir.
Minber hakkındaki başka bir hadis-i
şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Minberimin ayakları Cennet üzerindedir" (Ahmed, b. Hanbel, VI 289,
292, 318; Nesaî, Mesâcid, 8).
Bu hadisler, Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah'ın
minberi de dahil olmak üzere, minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi hükmünde olduğunu
teyit ederek ortaya koymaktadır. Buna göre, burada bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka
bir ibadetde bulunan, yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir.
Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek
maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescitten birisi Mescidi Nebî'dir. Bir hadis-i şerifinde Resulullah
(s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Üç mescitten başka bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz:
Mescid-i Horam, Mescid-i Aksa ve Benim mescidim" (Buharî, Fedâilü's-Salat, 1, 6).
Mescid-i Nebî'de kılınan namaz, diğer
mescitlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (s.a.s)'ın
şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Mescitimde namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan
bin rekât namazdan daha hayırlıdır" (Ahmed b. Hanbel, I,184); Başka bir rivayette "daha faziletlidir"
(Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4) buyrulur.
Bunun içindir ki, hac farizasını ifa
etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya
çalışırlar.
Namazın dışında, diğer
hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla
mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için Resulullah (s.a.s) bir hadisinde, Allah yolunda
cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır: Mescitime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için
gelen, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında gelen, başkasının kazancını
seyreden kimseye benzer" (Ahmed b. Hanbel, II, 418).
Resulullah (s.a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i
Aksa yanında kendi mescidinin konumunu bildirmek maksadıyla şöyle demiştir: Ben peygamberlerin sonuncusuyum.
Mescitim de mescitlerin sonuncusudur" (Nesaî, Mesâcid, 7). Bu hadisler, zikredilen bu üç mescitin dışında inşa
edilecek hiç bir mescitin, diğerlerinden farkı olmadığını ve fazilet bakımından birbirine
denk olduğunu da ortaya koymaktadır.
Resulullah (s.a.s), Medine'ye hicret ettiği
zaman, burada Mekke'deki gibi bir devlet yoktu. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec'den başka, varlıklarını
bu kabileleri birbirine karşı çatıştırarak sürdüren Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza adlarında
üç yahudi kabilesi bulunmaktaydı. Ayrıca bu yahudi kabileleri arasında da bir birlik yoktu. Bu anarşi
ortamı herkesi bıktırmış olduğu için, bütün kabileler Abdullah İbn Ubeyy'in Medine'de Kral
ilân edilerek bir devlet otoritesinin kurulması yolunda bir karar üzerinde anlaşmalarını sağlamıştı.
Hatta bunun için bir krallık tacının yapılması için de sipariş bile verilmişti. Ancak henüz
devlet teşekkül etmiş değildi. Bu durum Resulullah'ın işini kolaylaştırıyordu. O,
ilk iş olarak, yahudiler ve diğer müşrik Araplar da dahil herkesi toplayarak hazırladığı
anayasa çerçevesinde bir devlet kurulmasını sağlama yoluna gitti. Elli iki maddeden oluşan anayasa, herkesin
hak ve sorumluluklarını belirtirken aynı zamanda idarenin müslümanların elinde olmasını öngörüyordu
(bu anayasanın maddeleri için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İstanbul 1980, I, 220 vd.).
Medine'de müslüman nüfus azınlıkta olmasına
rağmen, kurulan devlet bir İslâm devleti niteliğinde olup, bunun tabii başkanı da Resulullah (s.a.s)'dir.
Daha önce Medine'de bir devlet yapısının olmayışı, Resulullah (s.a.s)'ın İslâm devletini
kurup hiç kimse ile bir çatışmaya girmeden onu istediği gibi teşkilatlandırmasını kolaylaştırmıştı.
Ancak İslâm devletinin kurulmasıyla krallığı suya düşen Abdullah İbn Ubeyy zahiren iman
etmiş gözükerek, Medine İslâm devletini sabote etmek için var gücüyle çalışıyordu. Münafıkların
lideri konumunda bulunan İbn Ubeyy, Medine dönemi boyunca, müslümanları sıkıntıya sokan etkili nifak
hareketlerinin tezgâhlanmasında oldukça büyük rol oynamıştır.
Mekke'den her şeylerini terkederek Allah
yolunda hicret eden muhacirlerin Medine'deki yaşayışlarını kolaylaştırmak ve sosyal hayata
adapte etmek için Resulullah (s.a.s), her bir muhaciri bir Ensarla kardeş ilân etmiş ve bu kardeşlik birbirine
mirasçı olmak kadar ileri götürülmüştü. Bu olay tarihe "Muahat" * adıyla geçmiş ve Ensar'ın Allah
yolunda, din kardeşleri için hiç tereddüt etmeden ne kadar büyük fedakârlıklarda bulunduklarını ortaya
koymuştur.
Artık, Mekke'de sadece bir cemaat statüsünde
olan müslümanlar Medine'ye hicretle devletlerini kurmuş, bu da İslâm'ın tebliğ stratejisinde önemli değişiklikleri
beraberinde getirmişti. Mekke döneminde savaş ferdi olaylara itiraz edilmemekle birlikte genel anlamda yasaklanmıştı.
Bu dönemin tabiatı bunu gerektirdiği için Allah Tealâ, onca işkence ve saldırılara rağmen müşriklere
karşı silahla karşılık verilmesine izin vermemişti.
İkinci Akabe Bey atının peşinden,
Ensar'dan Abbas ibn Ubade; "Ya Resulullah, izin ver sana eziyet eden müşrikleri kılıçtan geçirelim" dediğinde
Resulullah (s.a.s): Henüz bununla emrolunmadık, arkadaşlarınızın yanına dönün" buyurmuştu
(Ahmet b. Hanbel, III, 462).
Hicretle birlikte, devletin kurulmasından
hemen sonra, Allah Teâlâ inananlara İ'lay-ı Kelimetullah için kıyamete kadar sürecek cihatın kapısını
açıyordu: "Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına
izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir" (el-Hac, 22/39).
Mekkeli müşrikler, hicretten sonra, kendileri
açısından durumun vahametini anladıkları için Medineliler'den, Resulullah (s.a.s)'i öldürmeleri, en azından
Medine'den sürmelerini istiyorlardı. Bu yapılmadığı takdirde Medine'yi işgal edecekleri tehditlerini
savuruyorlardı. Resulullah (s.a.s), Medine'deki küçük müslüman toplumu teşkilatlandırmaya gayret gösterirken,
sınırları tespit edilmiş ve henüz bir şehir devleti niteliğindeki bölgenin dışında
kalan gayrimüslim kabilelerle ittifak veya saldırmazlık antlaşmaları yaparak dışardan gelebilecek
bir tehlikeyi karşılayacak bir ortam hazırlamaya çalışıyordu. Ancak burada önemli olan husus,
müslümanlar, planlarını savunmaya değil, İslâm tebliğinin aktif olarak diğer insanlara da ulaştırılması
üzerinde yapıldığıdır. Bunun için askerî gücün kaçınılmazlığı açıktır.
Bundan dolayıdır ki Hicret, sadece Mekkeli müslümanların Medine'ye intikali ile sınırlı tutulmamış,
nerede olursa olsun iman eden herkesin Medine'ye hicreti farz kılınmıştır. Mekke'nin fethine kadar
geçerli kalan bu hüküm, Mekke'nin fethiyle artık gerek kalmadığı için kaldırılmıştır.
Resulullah (s.a.s), siyasî, sosyal ve cihatla
alakalı inen ayetleri, Mescid-i Nebi'de ashabına öğretiyor, ayrıca Mescid-i Nebi'ye eklenen ve İslâm
öğretiminin ilk üniversitesi mahiyetiniz olan Suffa'da yetişmiş ashabın katılımıyla bu
eğitim faaliyetleri bütün müslümanları kapsayacak şekilde yerine getiriliyordu.
Bu teşkilatlanma ve eğitim çalışmaları
yanında İslâm devletinin en önemli düşmanı olan Mekkeli müşrik güçlere karşı silahlı
bir faaliyetin hazırlıkları da yapılıyordu. Resulullah (s.a.s), Hicretten yedi ay sonra, Mekkeli
müşriklere ait ve başında Ebu Cehil'in bulunduğu bir ticaret kervanını vurmak için Hz. Hamza
komutasında otuz kişilik bir birliği Medine'den yola çıkardı. Ancak her iki tarafın da müttefiği
olan Mecdi b. Amr'ın araya girmesiyle, savaş pozisyonu alan kuvvetler savaşmadan ayrılmışlardı.
Bu olaydan bir ay sonra, altmış kişilik
bir kuvveti Ubeyde b. el-Haris komutasında yine Mekke kervanının yolunu kesmek için göndermişti. Seniyyetül-Murre
mevkiinde karşılaşan kuvvetler arasında yine ciddi bir çatışma meydana gelmemişti. Bununla
birlikte, Mekke müşrikleri ile müslümanlar arasında tam bir savaş hali yaşanıyordu. Bunun için, bu
kervanlara yapılan saldırılar, basit birer yol kesme hareketi değildi. Müşriklere ait ticaret kervanlarının
İslâm devletinin nüfuz bölgelerinden geçmesi engellenerek, savaş halinde bulunan güçlerin ekonomilerinin çökertilmesi
hedefleniyordu. Ayrıca bu küçük çaplı askerî operasyonlarla müslümanların savaş yeteneklerinin geliştirilmesi
ve tecrübe kazanmalarını sağlayarak, ilerdeki büyük savaşlar için İslâm ordusunun alt yapısı
oluşturulmaya çalışılıyordu.
Hicrî birinci senenin sonunda Sa'd b. Ebi Vakkas
komutan tayin edilerek, yirmi kişilik bir kuvvetle el-Harrar bölgesine gönderilmişti. Ancak, Mekke kervanı
bir gün önceden burayı terkettiği için yine bir çatışma olmadan Medineye dönülmüştü.
Hicrî ikinci senenin Şevval ayında,
ikiyüz kişilik bir kuvvetle Resulullah (s.a.s)'ın bizzat askerî sefere çıktığı görülmektedir.
Bedir yakınlarındaki Vaddan bölgesine kadar giden Resulullah (s.a.s), bu bölgede oturan Benu Damra kabilesi ile
bir saldırmazlık antlaşması yapmıştı. Bundan bir ay sonra Resulullah (s.a.s), ikiyüz kişilik
bir kuvvetle Medine'nin kuzey batı tarafında bulunan Buvat bölgesine gitti. Mekke kervanlarını sıkı
bir takibe alan Resulullah (s.a.s), çıktığı seferler esnasında bir takım kabilelerle. antlaşmalar
akdediyor ve Medine etrafındaki kabileleri Mekkeli müşriklere karşı kendi tarafına alıyordu.
Bu arada, Şam ticaret yolunun müslümanlar
tarafından kontrol altına alınması Mekke müşriklerinin tedirginliğini oldukça artırmıştı.
Hicri ikinci yılın Cemaziyel-Ahir ayında, Kurz b. Cabir'in komutasındaki Mekkeli bir birlik Medine'nin
dış mahallelerine baskın düzenlemiş ve buraları yağmalamıştı. Medine'ye henüz
dönmüş bulunan Resulullah (s.a.s), bu Mekkeli birliği yakalamak için peşlerine düştüyse de, kaçıp
gittiklerinden onlara yetişmesi mümkün olmamıştı. Bu olay müslümanlar için üzüntü verici olmuştu.
Bunun üzerine Mekke'den bir kervanın yola çıktığı haberi alınınca Resulullah (s.a.s), hemen
Medine'nin güney batı tarafında bulunan Benu Damra arazisine doğru yola çıktı. Burada Müdlic kabilesine
mensup olup, hicret esnasında Resulullah (s.a.s)'i yakalamak isteyen, ancak sonra iman eden Suraka Resulullah (s.a.s)'i
kabile mensupları ile birlikte büyük bir coşku ile karşılamıştı. Suraka'nın müslümanları
ağırlaması esnasında Mekke kervanı savuşup gitmişti. Bu sefer esnasında savaşçıların
sayısı yüz elli kişi kadardı.
Suriye'ye giden kervanın yolunun kesilmesini
sağlamak için Resulullah (s.a.s) iki kişiyi istihbarat maksadı ile Suriye'ye göndermişti. Ayrıca
oniki kişilik bir birliği Abdullah b. Cahş komutasında, Mekke devletinin müslümanlar hakkında tasarladıkları
planları öğrenmek için tehlikeli bi r görevle -Mekke'nin güneyinde,. Mekke ile Taif arasında bir yer olan Nahle
mevkiine gönderdi. Bu birliğin gittiği yerin gizliliğini muhafaza için görevlerini bildiren mühürlü talimatın
iki gün yol alındıktan sonra açılması emredilmişti. Bu birlik Nahle bölgesine geldiğinde Mekkelilere
ait üzüm ve deri yüklü bir kervanla karşılaştı. Görevi sadece haber toplamak olan birliğin komutanı
Abdullah İbn Cahş, bu kervana saldırı emri vermiş sonuçta bir müşrik öldürülmüş, iki esir
alınmış ve kervandaki mallara ganimet olarak el konmuştu. İslâm devletine ait askerî birlikler düşmanla
ilk defa ciddi bir çatışmaya girmiş oluyordu.
Şam tarafına gitmiş olan kervanın
dönüşte ele geçirilmesi için hazırlıklara girişildi. Bu kervanın yakalanması çok önemliydi.
Çünkü Mekkeli müşrikler, Medine'de gün geçtikçe güçlenen İslâm devletine nihai darbeyi vurup ortadan kaldırmak
için gerekli olan finansı sağlamak gayesiyle Ebu Süfyanın liderliğinde bu büyük kervanı Suriye'ye
göndermişlerdi. Bu kervanın dönüş haberi Medine'ye ulaşınca Resulullah (s:a.s), Ebu Lübabe'yi Medine'de
vekil bırakarak, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında üçyüz kişiden oluşan ashabıyla birlikte
yola çıktı. Bunu öğrenen Ebu Süfyan, kervanı kurtarmak için güzergah değiştirirken, aynı
zamanda durumu Mekke'ye bildirerek acilen yardım yetiştirilmesini istemişti.
Böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen
Ebu Cehil Mekke'de dolaşarak halkı galeyana getirmeye çalışıyordu. O, topladığı bin
kişilik kuvvetin başına geçerek Medine'ye doğru yola çıkmıştı. İslâm ordusu Zefiran
denilen yere geldiğinde, Mekkeliler'in kalabalık bir ordu ile yola çıktıkları haberi Peygamber'e
ulaşmıştı. Diğer taraftan Ebu Süfyan kervanı kurtarmış ve tehlikeyi atlattığını
yola çıkmış bulunan Mekke ordusuna bildirmişti. Ancak Ebu Cehil, yakaladığı bu fırsatı
değerlendirmek için yoluna devam etti. Ashabıyla bir durum değerlendirmesi yapan Resulullah (s.a.s), onların
Allah yolunda savaşmadaki kararlılıklarını görünce kendi ordusundan üç kat daha kalabalık müşrik
güçlerle savaş kararı alınarak yola devam edildi. Bedir mevkiine gelindiğinde, vaziyet almış
durumdaki düşman ordusuna karşı mevzilendi.
Bu savaş İslâm'ın kaderini belirleyecek
bir mahiyet arzetmekte idi. Bu savaş ya kazanılacaktı veya üç yüz kahraman mücahitle birlikte İslâm risaleti
tarihe karışacaktı. Durumun ciddiyetini, Resulullah (s.a.s)'in Rabbine yaptığı şu tazarru
açıkca ortaya koymaktadır: "Allah'ım, vadettiğin yardımını bugün lütfet. Ey Rabbim, bugün
şu küçük ordu yok olup giderse yeryüzünde sana kulluk eden kimse kalmayacak".
Allah Tealâ bu esnada mü'minlere zaferi müjdeleyen
şu ayeti vahyediyordu:
"Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete
uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır" (el-Kalem, 68/45).
17 Ramazan günü (13 Mart 624) yapılan savaşta
Allah Teâlâ'nın vadi gerçekleşmiş ve düşman ordusu büyük bir hezimete uğratılmıştı.
Ebu Cehil ve diğer bir grup ileri gelen müşrikler de dahil yetmiş müşrik öldürülmüş, çok sayıda
da esir alınmıştı. İslâm ordusunun verdiği şehit sayısı ise on dört kişiydi
(bk. Bedir Gazvesi).
Bedir savaşı, Medine İslâm devletinin
temellerini sağlamlaştırmış, inananlara büyük moral gücü kazandırmıştı. Artık
bu savaşla hak batıla üstün gelmiş, küfrün, şirkin ve putperestliğin yeryüzünden silinip atılması
için İslâm cihatı meşalesi tutuşturulmuştu.
Bedir'den Medine'ye dönüldüğü zaman, İslâm'a
duydukları düşmanlıktan dolayı içlerini kemiren ve müslümanların kazandığı bu büyük
zaferi hazmedemeyen ve kahrolan yahudiler, düşmanlıklarını açığa vurmaya ve değişik
yollarla müslümanlara sataşmaya başlamışlardı.
İffetsiz bir kadın şair olan Asma
binti Mervân ile Ebu Afek adındaki yahudi şairler, İslâma karşı haddi aştıkları için
öldürülmüşlerdi. Yahudi kabileler içinde düşmanlıklarını ilk önce açığa vuran Kaynuka yahudileri,
Bedir zaferini küçümsüyor, sebebini, Mekkeli arapların savaş bilmemelerine bağlayıp; "bizimle karşılaşsalar
da savaş nasıl olurmuş görseler" diyerek müslümanları hafife alıyorlardı.
Bir müslüman kadının yahudiler tarafından
saldırıya uğraması üzerine çıkan olaydan sonra Resulullah (s.a.s), Kaynukaoğullarına savaş
ilân etti. Müslümanlara karşı büyüklenen bu yahudi kabile, tıynetlerindeki korkaklıklarından, sarfettikleri
sözleri unutup kalelerine kapanmaktan başka ça! re bulamadılar. Müslümanlarla çatışma cesaretini gösteremeyen
Kaynukaoğulları teslim olmaları üzerine Medine'den sürülüp çıkarıldılar (bk. ; Kaynukaoğulları).
Gelişen olaylar çerçevesinde Allah Teâlâ,
sosyal, iktisadî, siyasî konulardaki ayetlerini, hikmetine binaen bir nüzul sebebi çerçevesinde gönderirken, İslâm savaş
hukukuna dair teşrii de oluşmaya başlamıştı. İslâm, canlı bir hayat dini olduğu
için, inen hükümler hemen toplum hayatına yansıtılıyor ve müslümanlar tarafından hazmedilerek, yaşayışlarını
onlara göre düzene koyuyorlardı. İslâm tebliğinin Mekke safhası, nasıl ki kıyamete kadar sürecek
tevhid mücadelesinde insanlara örnek teşkil etsin diye Allah tarafından o seçkin topluluğa yaşatılmışsa,
Medine dönemi de, kıyamete kadar müslümanların ferdi yaşayışlarından devlet düzenine kadar her
şeyleri için örnek olsun diye, yine o seçkin sahabeler topluluğuna yaşatılmakta idi.
Bedir savaşından sonra Resulullah, Mekke
müşrikleriyle müttefik konumundaki müşrik kabilelere karşı akınlara girişmişti. Bedir'de
müslümanların elde ettiği zafer ve Kaynukaoğullarının ihanetlerine karşılık sürülmeleri,
geri kalan yahudileri çileden çıkarmıştı. Bütün peygamberlere ihanet eden bu kavim, Resulullah (s.a.s).ile
yaptığı antlaşmaya aykırı olarak Mekke müşrikleriyle gizliden gizliye komplolar hazırlamaya
girişti. Yahudi liderlerinden şair Ka'b b. Eşref, Bedir zaferini duyduğu zaman üzüntüsünden;
"Bugün yerin altı üstünden yeğdir" demiştir.
Bu adam Mekke'ye gidiyor ve Bedrin intikamını almaları için onları harekete geçirmeye çalışıyor,
yahudilerin kendilerine yardım yapacağına dair taahhütlerde bulunuyordu. Düşmanlıkta alenî davranan
ve ileri giden bu yahudi öldürülerek fesatı engellenmişti.
Bedir mağlubiyetini bir türlü hazmedemeyen
ve öfkeden çılgına dönen müşrikler, intikam almak için hemen hazırlıklara girişmişlerdi.
Bedir öncesi, Ebu Süfyan'ın Mekke'ye ulaştırdığı kervandan herkes sadece sermayelerini almış,
kervanın 250.000 dirhem tutarındaki toplam kârı ordu teşkilinde harcanmak için ayrılmıştı.
Mekke dışındaki bir çok kabileye heyetler gönderilerek para karşılığında asker toplama
yoluna gidildi. Ordunun mümkün olduğu kadar büyük ve kalabalık olması gerekiyordu. Zira Medine'ye doğru
yürüme cesaretini ancak bununla kendilerinde bulabilirlerdi.
BEDİR GAZVESİ
İslâm devletinin Medine'de kurulmasından
sonra müslümanlarla müşrikler arasında meydana gelen ilk savaş. Bu savaşa, yapıldığı
kasabanın adıyla anılarak, Bedir Gazvesi denilmiştir.
Bedir kasabası Medine'nin 120 km. kadar güneybatısında
ve Kızıl Deniz sahiline 20 km. uzaklıktadır. Bedir, Mekke'den gelip Medine'den geçerek Suriye'ye kadar
uzanan yol üzerinde olup, Mekke-Medine arasındaki konak yerlerinden biri idi. Bedir halkı kasabalarına uğrayan
ticaret kervanlarına verdikleri hizmetler karşılığında elde ettikleri kazançlarla geçinirlerdi.
Ayrıca her yıl Zilkade ayında burada kurulan bir panayır kasaba halkına önemli gelir sağlardı.
Bedir kasabasının İslâm savaş tarihinde önemli bir mevkii vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) müşriklerle
çarpışmak üzere buraya üç defa gelmişti. Birincisine ilk Bedir Gazvesi adı verilir. Savaşa henüz
izin verilmediği dönemlerde Mekkeli müşrikler müslümanlara saldırılarına devam ediyorlardı.
Fakat hicretin altıncı ayından sonra cihat izni verilince artık müslümanlar kendilerini ve İslâm
devletini koruma imkânı bulmuşlardı. Bir ara müşrikler o sırada henüz müslüman olmamış
olan Kürz b. Câbir'in kumandası altında bir askerî birlik gönderip Medine'nin çevresine saldırtmışlardı.
Kürz ve yanındaki müşrikler Medine'nin güneyinde Cemmâ denilen yere gelip müslümanların sürülerine saldırmış
ve yağmalamışlardı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) Medine'de Zeyd b. Hârise'yi devlet başkanlığına
vekil tayin edip bir grup müslümanla Sefevan vadisine kadar ilerledi. Kürz ve adamlarını takip eden Hz. Peygamber,
müşriklerin izlerine rastlamayıp Medine'ye geri döndü. Bu gazveye ilk Bedir Gazvesi adı verilir. Peygamber,
hicretin ikinci yılında Rabîü'l-evvel (623 Eylül) ay'ı başlarında bu sefere çıkmıştı.
Müslümanların her şeylerini Mekke'de
bırakıp Medine'ye hicret etmeleri müşriklerin İslâm'a ve müslümanlara olan kinlerini dindirmemişti.
Hatta müslümanların Medine'de devletlerini kurup yerleşmeleri Mekkeliler'e çok ağır gelmişti. Müşrikler
İslâm'ın bu başarısını hazmedemeyip mutlaka durdurmak için yollar aramağa başladılar.
Hicretten önce Abdullah b. Übey b. Selül adındaki kabîle reisi Medine'de taç giyip kral olmak üzere idi. Fakat akrabalarının
ve destekçilerinin büyük bir kısmı müslüman olup Hz. Peygamber (s.a.s.)'i şehirlerine davet edince, artık
burada bir Arap devleti değil İslâm devleti kurulmuştu. Bunu bir türlü içine sindiremeyen Abdullah b. Übey,
etrafındaki bazı adamlarıyla birlikte İslâm'a girdiklerini söylemişlerse de asla içten iman etmemiş,
münafıklıklarını sürdürmüşlerdi. Bunu fırsat bilen Mekkeli müşrikler eski dostları
olan İbn Übey'e bir mektup yazarak şöyle demişlerdi: "Siz bizimkileri barındırdınız. Ya
siz Muhammed'i öldürür veya yurdunuzdan çıkarırsınız; yahut biz hepimiz toptan gelip üzerinize saldırır
erkeklerinizi öldürür kadınlarınızı esir alırız."
Hz. Peygamber ve arkadaşlarının
Medine'ye gelmeleriyle krallığı engellenen Abdullah b. Übey, etrafındaki münafıklarla İslâm'ı
içten yıkmağa çalışıyordu. Onun gayesi gayet açık idi. Krallık isteyen bir adam İslâm
devletinde ve Peygamber'in başkanlığında barınamazdı. Münafıklar, dünya ve dünya çıkarlarının
peşine takılmış müşriklerle işbirliği yaparak, İslâm'ın Medine'deki hâkimiyet
ve devletini yıkmağa çalışıyordu.
Müslümanlar, müşriklerle münafıkların
kurdukları bu işbirliğini haber aldılar. Mekkelilerin gönderdiği bu mektup onların ve Medine'deki
münafıkların gayelerini gayet açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
O bakımdan, müslümanlar çok dikkatli idiler.
Bu düşmanlardan gelebilecek saldırıya hazırdılar. Resulullah ilk tedbir olarak, Medine-i Münevvere
çevresine küçük müfrezeler gönderdi. Bu müfrezeler, Kureyş'in ticaret kervanına engel oluyor ve Medine çevresindeki
kabîlelerle barış anlaşmaları yapıp, Medine-i Münevvere'nin güvenliğini sağlıyordu.
Hamza b. Abdülmuttalib, Ubeyde b. Hâris ve Sa'ad
İbn Ebi Vakkas (r. an.) gibi ileri gelen sahabiler, bu müfrezelerin başında görev yapmışlardı.
Bunlar kan dökmemeğe dikkat ediyorlardı. Yalnız Abdullah b. Cahş (r.a.) müfrezesi Bedir'den önce düşmanla
çarpışan ilk İslâm seriyyesidir. Bu hadisenin savaşılması haram aylardan Recep ayının
son gecesinde olması, müşriklerin dedikodusuna sebep oldu. Bu olay üzerine, haram aylarda savaşmak hakkında
aâyetler nazil oldu. Bu ayetlerde, müslümanlara, cihat izninin verileceğine dair müjdeler vardı. Ve hemen ardından
da savaşa izin veren ayetler geldi.
"Kendileriyle savaşılan (mü'min)lere
izin verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir. Ve Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeğe kadirdir. " (el-Hacc,
22/39).
"Ey inananlar, korunma tedbirleri alın; bölük
bölük veya hep birlikte savaşa gidin." (en-Nisâ, 4/71).
"(Yeryüzünde) hiçbir kötülük kalmayıncaya
ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak Allah, ne yaptıklarını
görmektedir. " (el-Enfâl, 8/39)
Bu ayetler, müslümanları, müşriklerden
yıllarca gördükleri işkencelere karşı intikam almaya teşvik ediyor; zalimlerden, Allah'ın hâkimiyetini
gasba yeltenmiş müstekbirlerden bu hâkimiyetin alınarak Allah'a iade edilmesini ve hükmün Allah'a ait olduğunun
onlara gösterilmesini istiyordu. Bunun için de müslümanların gerekli tedbirler alarak ve korunarak savaşmalarını
istiyordu. Bu ayetlerdeki istek elbette Cenâb-ı Hakk'a aitti. Eğer insanlara ve Resule ait olsaydı zaten onlar
yıllarca önce savaşmak ve zulme isyan etmek istemişlerdi. Ancak, zulme isyan Allah'ın ölçülerine ve rızasına
uygun yapılmalı ve bir zulüm kaldırılırken yerine başka bir zulüm ikame edilmemeliydi. İşte
Medine'deki İslâm toplumu bunu anlıyordu. Müslümanlar işte bunun için müşriklerle savaşmayı
göze almışlardı.
Mekkeli müşrikler defalarca müslümanları
tehdit edip, onlara Medine-i Münevvere yakınlarına kadar gönderdikleri çapulcu birlikleri eliyle zararlar veriyorlardı.
Son zamanlarda Ebû Süfyân'ın da ortaklığıyla oluşturulan bir kervan Suriye'den mallar getirecek ve
bununla müslümanlara son ve kesin darbe indirilecekti. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s.), durumu ashabıyla istişare
etti. Bu kervanın Mekke'ye ulaşmasına engel olunması kararı alındı. Bu kararın uygulanması
aşamasına gelindiğinde Ebu Süfyan durumdan haberdar oldu ve Damdam b. Amr el-Gifârî'yi Mekke'ye göndererek
Kureyş'ten yardım istedi.
Ebu Cehil bu fırsatı kaçırmak istemediğinden
Kâbe'ye koştu. Müşrikleri müslümanlara karşı savaşa teşvik etti. Tellâllar çıkararak Mekke
sokaklarında bağırttı. Eli silâh tutan herkes bu müşrik ve putperest orduya katıldı. Hatta
Resulullah'ın müşrik olan amcası Ebu Leheb, kendisi gidemeyecek kadar hasta olduğu için yerine ücretle
bir kiralık asker gönderdi.
Resulullah hicretin ikinci yılı Ramazan
ayının sekizinci günü Abdullah İbn Ümmü Mektum'u Medine'de kalan yaşlı ve hastalara namaz kıldırmak
üzere görevlendirdi. Yahudilerin karışıklık çıkarmasından şüphelendikleri için Ebu Lübabe'yi
de Medine'de yönetimin başında vekil bıraktı.
Müslüman ordusunun sayısı üçyüzbeş
kişi idi. Bunların seksenüçü Muhacirlerden, altmışbiri Evs'den, geri kalanları da Hazrec kabilesinden
idiler. Muhacirlerden yalnızca Osman b. Affân (r.a.), hanımı Resulullah'ın kızı Rukiye ağır
hasta olduğu için Medine'de kalmıştı. Kendisi de ayrıca rahatsızdı.
Müslümanların yalnız üç atları
ve yetmiş develeri vardı. Bineklerine sırayla binmek zorundaydılar. Zefiran denilen yere geldiklerinde,
Mekkeli müşriklerin büyük bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduklarını öğrendiler. Biraz duraklayıp
tereddüt ettiler. Çünkü onların büyük hazırlıklarla gelen Mekke ordusuna karşı koyacak kadar askerleri
yoktu. Buna hazırlıklı da değillerdi. Resulullah ashabıyla yeniden istişare etti. Kervanın
peşine mi düşülmeliydi; yoksa müşrik ordusuna karşı mı durulmalıydı. Allah Resulu
ve Muhâcirler ordunun karşısına çıkılması taraftarıydılar. Ensâr ise, Akabe beyatında
verdikleri sözle Medine' de Rasûlullah'ı koruyacaklardı. Şimdi ise Medine dışında idiler. Rasûlullah
(s.a.s.) onlara reylerini sordu. Ensardan Sa'd b. Muaz şöyle dedi:
"Ya Resulullah, biz sana inandık. Allah tarafından
getirdiklerinin hak olduğunu tasdik ettik. Artık siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakkı için
artık denize girersen, seninle beraber biz de gireriz. Hiç birimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı
durmaktan çekinmeyiz. Muharebeden geri dönmeyiz. Sabrederiz ve sadakatten ayrılmayız. Bizden memnun kalacağın
işler nasip etmesini Allah' tan dilerim. Hemen Allah'ın bereketini dileyerek istediğiniz tarafa yürüyünüz."
Resulullah (s.a.s.), ashabının bu birlik
ve beraberliğine çok sevindi. Allah'a hamd ile, müşriklerle karşılaşmak üzere Bedir kuyuları
mevkiine doğru yola koyuldu.
Ebu Süfyan, müslümanların Bedir'e gelmekte
olduğunu öğrenince kervanın yönünü değiştirdi. Deniz tarafından Mekke'ye yollandı. Müslümanlar
Bedir'e gelince, kervan çoktan uzaklaşmıştı.
İslâm ordusu, kumluk bir araziye konakladı.
Müşrikler ise Bedir kuyularını tutmuşlardı. Gece yağan yağmur, hem araziyi pekiştirdi,
hem de müslümanların su ihtiyacını giderdi. Bu Allah Teâlâ'nın onlara bir yardımıydı.
Daha sonra, buraları çok iyi tanıyan
Habbâb b. Munzir'in teklifiyle ordunun karargâhı değiştirilip Bedir köyünün en sonundaki kuyunun yararına
geçildi. Resulullah (s.a.s.) elini kana bulamak istemediğinden kendisine ordunun gerisinde bir çadır kuruldu. Çadırının
kapısında Sad b. Muaz nöbet tutuyordu.
Mekkeli müşrikler zırhlar içinde idi.
Sayıları bin kişiye yakındı. Bunun yüz kadarı süvari yedi yüzü develi ve geri kalanı piyade
idi. Bu sayı İslâm ordusunun üç katı idi.
Ordular ibret alınacak bir dağılım
sergiliyordu. Tarih hiç bir zaman bu derece anlamlı bir savaşa tanık olmamıştı. Bir tarafta
Müminlerin dostu Ebu Bekr (r.a.), diğer tarafta müşrik saflarında yer alan oğlu Abdurrahman; bir tarafta
müşrik ordusu komutanı, Utbe b. Rabia, karşısında oğlu Huzeyfe bulunuyordu. Resulullah'ın
amcası Abbas ile Hazreti Zeyneb'in eşi ve Resulullah'ın damadı Ebu'l As, müşriklerin arasındaydı.
Akîl ise kardeşi Hz. Ali'ye karşı müşrik ordusunda yer almaktaydı.
Bu sırada Ebû Süfyan'ın kervanının
Mekke'ye ulaştığı haberi geldi. Ebu Süfyan müşriklere bir haber göndererek, "Siz kervanınızı
korumak için harekete geçtiniz. Artık savaşmadan geri dönünüz" dedi. Ancak geri dönmek için arzulu olanlar olduysa
da savaşma kararı alanlar çoğunluktaydı. Ebû Cehil, "Müslümanları öldürmeye bile lüzum yoktur. Ellerini
bağlayıp onları tekrar Mekke'ye götüreceğiz ve böylece İslâm da bitecek" diyordu.
Bu ordu, İslâm'ın tek ordusuydu. Eğer
bu ordu ezilecek ve silinecek olursa Allah'ın hükmünü hâkim kılacak bir başka topluluk kalmayacaktı. Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın, vadettiğin yardımını bugün lutfet. Ya Rab, bu bir avuç mücahid yok
olursa, bir muvahhidler bu gün telef olursa, yeryüzünde sana ibadet eden kalmayacak!" diye dua ve niyazlarına devam etti.
Bu sırada da şu mealdeki vahiy gelmişti:
"Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete
uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır. " (el-Kalem, 68/45).
Resulullah (s.a.s.) kan dökülmesini istemediğinden
Ömer b. el-Hattab'ı elçi olarak müşriklere gönderdi. Onlar savaş konusunda kararlı olduklarından
Resulullah'ın bu şerefli elçisinin tekliflerini dinlemediler. Kur'an bir başka ayetiyle müminleri desteklemekte
ve Mekkeli müşriklerin cezalandırılmasını talep etmektedir:
"Onlar, (insanları, Rasülü ve mü'minleri)
Mescid-i Haram'dan geri çevirdikleri ve onun velisi, bakıcısı ve koruyucusu olmadıkları halde Allah
onlara neden azap etmesin? Onun velileri sadece muttakîlerdir. Fakat çokları bunu bilmez. " (el-Enfal, 8/34).
Bu harpten itibaren, Kur'an-ı Kerîm'de, girişilen
bütün savaşlarda müslümanların yanıbaşında çok sayıda meleğin savaşa katıldığından
bahsedilir. Ancak Bedir savaşı ötekilerden bir farklılık gösterir.
"O zaman sen müminlere.' Rabbinizin size indirilmiş
üç bin meleği ile yardım etmesi, size yetmez mi?' diyordun , "Evet, sabreder, (Allah' dan) korkarsanız, onlar
hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz, size nişanlı beş bin melek ile yardım eder", Allah,
bunu size sırf müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye yaptı.
Yardım, daima galip ve hikmet sahibi Allah
katındadır. " (Âli İmrân, 3/124-126).
17 Ramazan (13 Mart 624) Cuma günü sabahleyin
her iki ordu Bedir kuyularına doğru ilerledi. Müslümanlar bu kuyuların başına kâfirlerden önce ulaşmışlardı.
Müşriklerin tarafındaki kuyular tamamen kapatılıp tutulduysa da Hz. Peygamber (s.a.s.) düşmanın
kendi tarafındaki bir kuyudan su almalarına müsaade etmiştir. Cahiliye adetlerine göre savaşı iyice
kızıştırıp heyecan doğurmak için gruplar öne adam çıkararak birbirlerine meydan okurlardı.
Müşrikler tarafından Esved adındaki şahıs ortaya çıkıp er istemiş, buna karşı
Hz. Hamza çıkarak onu derhal öldürüvermişti. Bunun üzerine Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe b. Rabîa, kardeşi
Şeybe ve oğlu Velid ortaya atıldılar. Bunların karşısına Medineli gençlerden üç kişi
çıkınca, kim olduklarını sormuş ve onlara: "Siz bizim dengimiz ve muhatabımız değilsiniz,
bizim kavmimiz ve kabilemizden adamlar çıksın" demişlerdi.
Kureyş kâfirlerinin bu istekleri üzerine
Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde b. Hâris çıktılar. Hz. Hamza ile Hz. Ali hasımlarını derhal öldürdüler.
Ubeyde ise hasmını yaralamış kendisi de yaralanmıştı. Onun yardımına koşan
Hz. Hamza ve Hz. Ali (r.a.) derhal Utbe'yi öldürüp yaralı arkadaşlarını müslümanların karargâhına
taşımışlardı. Bu mubarezelerin sonunda taraflar birbirlerine saldırıya geçtiler. İkindiye
doğru müslümanlar tarihin kaydettiği büyük zaferlerden birini gerçekleştirmişlerdi. Savaş sona ermişti.
Müslümanların, İslâm'ın ve özellikle Hz. Peygamber'in en büyük düşmanı Ebu Cehil başta olmak
üzere müşriklerin ileri gelenlerinden çok kimse hayatını kaybetmişti. Müşriklerden tam yetmiş
kişi öldürülmüştü. Müslümanlar ise on dört şehid vermişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) namazlarını
kıldırdıktan sonra Allah yolunda canlarını veren bu ilk şehitleri toprağa verdi. Müslümanlar
Kureyş'in ölülerini de yerde bırakmayıp açtıkları bir çukura gömdüler.
Mekkeli müşriklerden bir miktar esir alındı.
Ama henüz Cenâb-ı Allah esirler hakkında hükmünü bildirmemişti. Peygamberimiz bu esirlerle ilgili olarak ashabıyla
istişarede bulundu. Ashabtan bazıları bunların derhal öldürülmesini teklif ederken, en yakın müslüman
akrabalarının bunu infaz etmelerini tavsiye etmişlerdi. Buna karşılık başta Hz. Ebu Bekir
olmak üzere bazı sahabeler de bu esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmalarını
teklif ettiler. Rasûlullah bu ikinci teklifi uygun buldu. Fidye ödeyemeyenlerden okuma yazma bilenlerin müslümanların
çocuklarından onar kişiye okuma-yazma öğretmeleri istendi. Esirler müslümanlar arasında dağıtıldı.
Hz. Peygamber onlara iyi muamele edilmesini istedi.
Esirlerden elbisesiz kalmış olanlara giyecekler verildi. Bu esirler müslümanlarla birlikte ve onlarla eşit
şartlar altında yemeğe oturuyorlardı. Esir alınanlardan sadece ikisi idama mahkûm edilmiştir.
Çünkü bunlar Mekke'de inananlara yapmış oldukları zulümden dolayı idamı haketmişlerdi. Rasûlullah'ın,
bu ilk askerî karşılaşmada gösterdiği bu insânî tutum ve davranış daha sonraki olaylarda da
değişmemiştir.
Mekke müşriklerinin ileri gelenleri ve başkanları,
Bedir'de öldürülmüştü. Ebû Süfyan ise büyük ticaret kervanının başında olduğu halde kaçıp
kurtulmuş ve bundan böyle Mekke' nin başkanı olmuştu. Oğlu, kayınpederi ve kayınbiraderi
Bedir savaşında öldürülen Ebu Süfyan, bunların intikamını alıncaya kadar hanımına
yaklaşmayacağına, saç ve sakalını kestirmeyeceğine yemin etti. Bunun yanında karısı
Hind de kendi akrabalarını öldürenleri bulup onların ciğerlerini yiyeceğine and içmişti.
Bedir zaferi, siyasi-dini yapıdaki İslâm
devlet ve camiasının daha da sağlam temeller üzerine oturmasını sağladı. Hz. Muhammed (s.a.s.)
Bedir' de savaş başlayacağı sırada, secdeye kapanıp Allah'a yönelerek O'na, yardımını
esirgememesi için dua ettiğinde o günkü durumu en güzel bir şekilde dile getiriyordu:
"Ey Allah'ım! Şayet şu küçücük
ordu eriyip giderse sana (yeryüzünde) artık ibadet edecek kimse kalmayacaktır... "
KAYNUKAOĞULLARI VE MEDİNEDEN SÜRÜLMELERİ
Kaynukaoğullari Medine (Yesrib)de yaşamış
bir Yahudi kabilesidir. Yahudiler (Eskiden büyük Arap mabedinin yeri olan) Siondan Hristiyanlar tarafından kovulduktan
sonra, yeryüzünün çeşitli yerlerine az veya çok büyük cemaatlar halinde dağılmışlardı. Ancak
Arap yarımadasına ne zaman geldikleri, cemaatlerinin burada ne zaman oluştuğu bilinmiyor. Ancak İslam'ın
yayılışından önce Arabistan'ın her tarafında Yahudiler vardı. Ferdî ve pek az sayıda
olduğu gibi sağlam cemaatler halinde, Eyle (Akabe Körfezi)'den Yemen'in veya Uman'ın uçlarına kadar, Medine'den
Bahreyn'e kadar; Meknâ'da Vadiül-Kura'da, Teymâ'da, Fedek'te, Tâif'te kısacası bütün şehirlerde, aynı
şekilde panayırlarda ve kervanlarda onlara rastlanır (Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi Çev. Salih
Tuğ I, 393, 394).
Mekke'de hemen hemen hiç Yahudi yoktu. Ancak onlar,
bölgenin yıllık panayırlarında, özellikle Ukaz'da bulunurlardı. Ukaz'da hem ticaret eşyası
satarak, hem de kendilerini gizli şeyleri bilen veya istikbâlden haber veren kâhin olarak tanıtmak suretiyle iyi
para kazanmasını bilirlerdi. Ehl-i Kitab olarak, câhil bedevîler üzerinde özel bir prestij icra ediyorlardı
(M. Hamidullah, a.g.e., I, 394).
Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiği zaman,
halkın hemen hemen yarısı Yahudi idi. Ancak Yahudilerin bu bölgeye gelişi hakkında açık bir
bilgi yoktur. İslâmiyet ortaya çıktığı sırada, büyük çapta Araplaşmış görünüyorlardı;
Arapça konuşuyorlar, çocuklarına Arap isimleri veriyorlar, kabileleri bile Arap isimleriyle çağrılıyordu
(M. Hamîdullah, a.g.e., I, 405).
Komşuları müşrik Araplar gibi Yahudiler
de kabile halinde yaşıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından oluşturulan Medine İslâm devleti
anayasasında dokuz Yahudi kabilesinde söz ediliyor (Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul
1969, s.31-40 vd.). Fakat tarihçiler bunları üç grupta topluyor. Kaynuka oğulları işte bu üç kabileden
biridir. Diğerleri; Nadîr ve Kurayzaoğullarıdır (M. Hamîdullah, a.g.e., I, 405).
Kaynuka; kuyumcu anlamına gelmektedir. Gerçekten
de onlar İslâmiyet'in başlangıcında bu mesleği yapıyorlardı. Ayrıca umûmî ticaretle
de meşgul oluyorlardı. "Sûk beni Kaynuka=Benî Kaynuka Çarşısı'nda hatıraları kalmıştır
(M. Hamidullah, a.g.e. I, 405).
Rasûlullah (s.a.s), Medine'ye gelir gelmez yaptığı
en önemli işlerin başında bir anayasa hazırlamak gelir. Bu anayasada Yahudilerle olan karşılıklı
hak ve ödevler belirtilmiştir ki bunlardan biri, hariçten gelecek saldırılara karşı bütün cemaatların
Medine'yi savunmalarıdır (Salih Tuğ, a.g.e., aynı yer).
Bundan sonra Peygamber (s.a.s), Yahudileri İslâm'a
davet etmiş, kendisini bir Allah elçisi, bir peygamber olarak Kur'an-ı tebliğ etmiştir. Bazıları
Müslüman olmuş bazıları çekinmiş, kimileri de İslâmiyet'le alay etmişler, hatta Peygamber (s.a.s.)'e
karşı harbedenlere aktif bir şekilde yardım etmişlerdir.
Bedir savaşında Müslümanlarla Yahudiler
arasındaki münasebetler büsbütün bozuldu. Yahudiler hep birden peygambere karşı düşmanca bir tavır
takındılar. Böylece İslâm için büyük bir tehlike arzetmeye başladılar.
Rasûlullah (s.a.s.), bir seferinde Kaynuka oğulları
yahudilerinin pazarına giderek onları toplamış ve şu şekilde hitabetmiş:
"Ey Yahudi cemaati! Kureyşlilerin başına
gelen felâketin sizin başınıza da gelmemesi için Allah'tan korkunuz ve İslâmiyeti kabul ediniz. Zira biliyorsunuz
ki ben gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu kitabınızda buluyorsunuz ve sizi davet etmiştir." Yahudiler
ona şu cevabı vermişler: "Ya Muhammed! Sen ancak kendi kavmini tanıdın; askerlik ve savaş sanatını
bilmeyen bir kavimle karşılaşman seni aldatmasın, tesâdüfen sen onları bozguna uğrattın.
Vallahi şayet biz seninle savaşırsak, yiğit olduğumuzu anlarsın" (İbn İshak, Sîre,
Neşr. M. Hamidullah, Konya 1401/1981, s.294; et-Taberi, Tarîhür-Rusül vel-Mülûk, Neşr. Degoeje, III, 1360).
Bu konuşmalardan sonra, Müslümanlarla Kaynuka
oğulları arasındaki ilişkiler daha da bozuldu ve nihayet bir Yahudinin, Müslüman bir kadına karşı
çirkince davranışı, bardağı taşıran son damla oldu. Kaynakların nakline göre olay
şöyle cereyan etmiştir:
Bir Arap kadını bazı şeyler
satmak üzere Kaynuka oğulları pazarına giderek eşyasını satar sonra bir kuyumcu dükkanına
oturur. Orada bulunan Yahudiler, kadından yüzünü açmasını isterler. O buna yanaşmayınca kuyumcu,
kadının eteğini arkasından beline iliştirir, kadın ayağa kalkınca avret mahalli görülür,
onlar da buna gülüşürler. Kadın feryad etmeye başlayınca Müslümanlardan biri kılıcını
çekerek Yahudi kuyumcunun üzerine atılıp onu öldürür. Yahudiler de toplanıp Müslümanı şehid ederler.
Şehid edilen müslümanın ailesi imdat ister. Bu durum Müslümanları çok öfkelendirir (İbn Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviyye,
Nşr. M. es-Sekâ, İ. el-Ebyârî, A.Hafız Çelebi, Lübnan 1391/1971, III, 51).
Kaynuka oğulları, Peygamber (s.a.s)'le
savaştıkları zaman onların işlerini Abdullah b. Übeyy b. Selûl üstlenmiş ve önlerine düşmüştü.
Onların Abdullah ile anlaşmaları olduğu gibi Hazrec oğullarından Ubâde İbn esSâmit ile
de ittifakları vardı. Ubâde, onların Hz. Peygamberle olan antlaşmalarını bozduklarını
duyunca Peygamber (s.a.s)'e gelerek O'nun huzurunda, Kaynuka oğulları ile olan ittifakını reddetti. Onlarla
ittifaktan Allah'a ve Resûlüne sığındı ve; "Ya Rasûlallah! Ben, Allah'ı, Resûlünü ve mü'minleri dost
biliyorum; bu kâfirlerle ittifak yapmaktan ve onlarla dostluktan Allah'a ve Resûlüne sığınırım" dedi
(İbn İshak, a.g.e., 295).
Mâide Sûresindeki kıssa, Ubâde ve Abdullah
b. Übeyy hakkında nazil oldu:
"Ey İman edenler! Yahudilerle Hristiyanları
dost edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse o da onlardandır.
Allah zalimleri doğru yola eriştirmez" (el-Mâide, 5/51; İbn İshak, a.g.e., 295).
Ubâde Kaynuka oğulları ile olan ittifakını,
muhtemelen bu âyetin nüzûlünden sonra bozmuştur.
Kaynuka oğulları; Rasûlüllah (s.a.s)
ile aralarındaki antlaşmayı bozan, Bedirle Uhud arasında O'nunla savaşan ilk Yahudilerdi. Rasûlullah
(s.a.s.), onları muhasara etti. Onbeş günlük bir kuşatmadan sonra Rasûlüllah'ın hükmüne razı olarak
savaşsız teslim oldular. Hz. Peygamber, erkeklerin ellerinin bağlanmasını emretti. Fakat münafıkların
başı Abdullah b. Übeyy Hz. peygamber'e gelerek:
"Ey Muhammed! Müttefiklerime iyilik et" dedi.
Resûlullah ağırdan alınca İbn Selûl tekrar; "İyilik et" dedi. Resûlullah (s.a.s) ondan yüz çevirdi.
Bunun üzerine İbn Selûl, elini Hz. Peygamber'in zırhının yakasından içeri soktu. Resûlullah kızarak:
"Yazıklar olsun sana! Bırak beni!" dedi. İbn Selûl: "Hayır vallahi dostlarıma iyilik etmedikçe seni
bırakmam. Onlar, beni altından ve mal-mülkten mahrum ettiler sen ise bir sabah vakti onları biçiyorsun. Allah'a
yemin ederim ki ben, bir takım musibetler gelmesinden korkuyorum" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s): "Onlar senindir"
buyurdu ve "Çözünüz onları, Allah onlarla birlikte ona da lanet etsin" dedi. Serbest bırakılınca sürgün
edilmelerini emir buyurdu (İbn İshak, a.g.e. 295; Taberî, a.g.e. III, 1360 vd.).
Allah, Resûlüne ve Müslümanlara onların mallarını
ganimet olarak ihsan etti. Onların arazileri yoktu, kuyumculukla uğraşıyorlardı. Resûlullah (s.a.s),
onların birçok silahlarını ve kuyumculuk aletlerini aldı. Onları, tüm çoluk çocuklarıyla birlikte
Medine'den çıkarmaya Ubâde İbn es-Sâmit memur edilmişti. O da, onları Dibâb'a kadar götürdü (Taberî, a.g.e.,
III, 1362).
Kaynuka Yahudileri, Ubâde İbn es-Sâmit'e,
"Ey Velid'in babası! Evs ve Hazrecle aramızda ittifak vardı. Biz senin müttefikin idik, sen bize ne diye böyle
yaptın?" dediler. Ubâde İbn es-Sâmit de onlara: "Siz harb açtınız" dedi. Abdullah İbn Übeyy de; "Sen
müttefiklerinden uzaklaştın da bundan eline ne geçti?" dedi. Ubâde; "Hubâb'ın babası! Kalbler değişti,
İslâmiyet ahidleri yok etti" dedi.
Kaynuka oğulları Vâdiül-Kura'ya gelip
bir müddet kaldıktan sonra Azruat'a gidip orada yerleştiler (ibnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 66).
UHUD SAVAŞI
(H. 3/M. 625)
Hicret'in üçüncü yılında Uhud dağı
civarında müşriklerle yapılan savaş.
Uhud savaşından önce Kureyş'in
öfkesi kabarmış, kin ve intikam duyguları artmıştı. Bedir'de yakınlarını kaybeden
Utbe kızı Hind ".. Muhammed'le arkadaşlarından öç almadıkça içim rahatlamayacak, Muhammed'le savaş
yapmadıkça koku sürünmek bana haram olsun. Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle
görmedikçe bana sevinmek yok!" diyordu. Ebu Süfyan ve başkaları da buna benzer şekilde and vermişlerdi.
Ebu Süfyan'ın yürüttüğü kervanın malları Daru'n-nedve'de topluca durmaktaydı. Müşriklerin ileri
gelenleri, herkese katılma payını verdikten sonra geri kalan kâr ile güçlü bir ordu hazırlanmasına
karar verdiler. Onlara göre Müslümanlar Kureyş büyüklerini öldürmüşlerdi, onların intikamını almak
gerekliydi. Bedir'de yakınları öldürtücüler karalar giyinmiş vaziyette kabileler arasında dolaşıyor,
şairler mersiyeler söyleyerek Araplar savaşâ teşvik ediyorlardı.
Putperest Kureyşliler Mekke dışındaki
Arap kabilelerinin de katılmasıyla 3000 kişilik bir askerî kuvvet hazırladılar. Bu kuvvette 700 zırhlı,
200 atlı süvari, 3000 deve vardı. Aralarında, başta Ebu Süfyan'ın karısı Hind olduğu
halde 14 tane de kadın vardı. Bedir'de babasını ve öteki yakınlarından bazılarını
kaybetmiş olan Hind'in kalbini iğrenç bir intikam duygusu bürümüştü. Amcası Abbas (r.a) Hz. Muhammed (s.a.s)'i
çok severdi. Bu sebeple bir mektup yazarak Kureyş'in savaş hazırlıklarını yeğenine bildirdi.
Peygamberimiz (s.a.s) amcasından gelen mektubu okuttu ve mektupta bildirilen haberi gizli tutarak keşifçiler gönderdi.
Keşifçilerin getirdiği haberler mektupta amcasının bildirdiklerine aynen uyuyordu. Düşman büyük bir
ordu hazırlamıştı ve Medine'ye doğru ilerliyordu.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) bir savaş
meclisi kurarak meseleyi ayrıntılı olarak ashabıyla görüştü. Resulullah (s.a.s) düşmanı
şehrin dışında karşılamayıp şehri içerden savunmak görüşündeydi. Fakat özellikle
Bedir savaşına katılan gaziler hakkında nazil olan övücü ayetlerin etkisinde kalan gençler, düşmanın
dışarıda karşılanmasından yana idiler. Düşmanla bir meydan savaşı yapmak istiyorlardı:
Resulullah (s.a.s) ashabın isteklerini kırmayarak
düşmanı karşılamak üzere kılıcını kuşandı, zırhını giydi.
Münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selül şehrin içinde kalınarak savunma yapılmadığını
bahane ederek 300 kişilik kuvvetini geri çekti. Gayesi savaşmak değildi. Müslümanları düşman karşısında
güçsüz bırakmak istiyordu. Böylece Müslüman ordusunun mevcudu 1000'den 700'e düşmüş bulunuyordu.
İslâm Ordusunun Harp Alanına Hareketi
Düşman, Medine'nin yegane açık sahası
olan kısımdan içeriye sızarak karargâhını Uhud dağının Medine'ye bakan eteklerinde
kurmuştu. Resulullah (s.a.s) 700 Müslümanla Cumartesi sabahı Uhud dağına ulaştı. Sırtını
dağa vererek karşıdaki çorak arazide yer tutan düşmana karşı saf tuttu. Düşmanın düşüncesi
Müslüman ordusunu mağlub ettikten sonra şehri yağmalamaktı. Bunun için Medine'nin yakınında
Uhud önleri savaş sahası seçilmişti.
Resulullah (s.a.s) Bedir'de olduğu gibi bu
savaşta da İslâm ordusunu savaş düzenine göre yerli yerine yerleştirdi, düşmanın sızabileceği,
kuşatma yapabileceği geçit ve gedikleri de okçularla korudu ve özellikle ordunun sol tarafındaki dağın
vadisini beklemek üzere Abdullah b. Cübeyr kumandası altında elli kişilik, okçu birliğini bıraktı
ve "Düşman yense de, yenilse de kesinlikle yerlerinizden ayrılmayınız. " diye tembihte bulundu.
11 Şevval 3 (27 Mart 625) Cumartesi günü
savaş teke tek vuruşmalarla başladı; Hz. Ali, Hz. Hamza ve öteki İslâm savaşçıları
hasımlarını öldürdüler. Sonra savaş kızıştı. Resulullah (s.a.s) almış olduğu
askerî tedbirler ve uygulamış olduğu planlar sayesinde ilk safhada Müslümanlar galip geldiler.
HZ. HAMZA'NIN ŞEHID EDILMESI
Resulullah (s.a.s)'in amcası Hz. Hamza kükremiş
bir arslan gibi düşmana kılıç sallayarak ilerliyor, hasımlarını kırıp geçiriyordu.
Diğer Müslümanlar da ellerinden gelen çâbayı gösteriyorlardı. Düşmanlar da olanca gayretleriyle kılıca
sarılmalarına rağmen bozguna uğramaktan kendilerini kurtaramadılar. Tef çalarak askerlere moral veren
düşman kadınları bile korku içinde dağ yamacına tırmanmaya, kaçmaya başladı. Bununla
beraber henüz kesin netice alınmış değildi; düşmanın hızlı bir şekilde takibi
ve dönmeyeceği bir noktaya kadar kovalanması gerekiyordu. Halbuki bu inceliği ve harp usulünün bu yönünü bir
an unutarak gaflete düşen ve dünyalığa meyleden Müslümanlar kılıçlarını bırakıp
ganimet toplamaya koyulmuşlardı. Ordunun gerisindeki vadiyi bekleyen elli okçu da kumandanlarının ısrarlarına
rağmen Resulullah (s.a.s)'in kesin emrini unutarak "Kardeşlerimiz üstün geldi, biz niye bekleyelim" diyerek yerlerinden
ayrıldılar, ganimet toplamaya giriştiler.
İşte bu sırada böyle bir anı
gözetlemekte olan 200 kişilik düşman süvari birliği komutanı Halid b. Velid az sayıdaki İslâm
okçusunun kaldığı geçidi rahatça ele geçirerek İslâm ordusunu arkasından vurmaya başladı.
Bunu gören müşrikler geri döndüler ve yeniden hızlı bir saldırıya giriştiler. Böylece Müslümanlar
iki ateş arasında kaldılar, üstünlüğü sağlamışken dünyalığa dalmaları ve
Peygamber'in emrini çiğnemeleri yüzünden zor durumlara düştüler. İşte bu safhada Hazma (r.a) Ebu Süfyan'ın
karısı Hind'in kölesi Vahşi tarafından mızrakla vurularak şehid edildi. Resulullah (s.a.s)'in
Hicretten evvel Medine'ye tayüz ettiği ilk öğretmen Mus'ab b. Umeyr (r.a) de bu esnada şehid düşenler
arasındaydı. Mus'ab (r.a) sima itibariyle Resulullah'a benzediğinden şehit düştüğünde, onu şehit
eden kimse Resulullah (s.a.s)'i öldürdüğünü haykırıyordu. Bu durum Müslümanların daha da dağılmasına
sebep oldu. Ancak kısa zaman sonra Resulullah (s.a.s)'in sağ olduğu anlaşıldı. Uhud dağının
hemen eteklerinde bulunan Resulullah(s.a.s)'in çevresi büyük çarpışmalara sahne oldu. Müslümanlar onun etrafında
dönüyorlar gerektiğinde kollarını, bacaklarını kalkan yerine kullanıyorlardı, Hz. Talha
bu yolda kolunu kaybetmişti. Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a)'a ise Resulullah ok veriyor ve: "Anam babam fedâ ol sun, at yâ
Sa'd" diyor; oklarının isabet etmesi için Allah'a dua ediyordu. Müşrikler Resulullah (s.a.s)'ı öldürmek
için hücum ettikçe Müslümanlar onun çevresinde giderek çoğalmışlar ve çetin bir savunma hattı kurmuşlardı.
Düşman bu hattı yaramayacağını anlayınca geriye çekilmek durumunda kaldı ve böylece savaş
üçüncü safhada denk bir duruma geldi. Ebu Süfyan karşı dağa, Resulullah (s.a.s)'da Uhud'a doğru tırmandı
ve bugün hâlâ ziyaret edilen mağarada dinlendi. Resulullah (s.a.s)'ın dişi kırılmış, yanağı
yarılmıştı. Kızı Fatma onu tedavi etti. Ebu Süfyan ile Hz. Ömer'in karşılıklı
konuşması da bu esnada cereyan etmişti.
Kureyşli müşrikler bu savaşta o
kadar vahşiyane şeyler yapmışlardı ki, belki tarihte benzerine az rastlanırdı. Müslümanlar
bu savaşta 70 şehid vermişlerdi. Düşmanlar özellikle de müşrik kadınlar şehid Müslümanların
burunlarını ve kulaklarını kesiyorlardı. Ebu Süfyan'ın karısı Hind ve öteki bazı
müşrik kadınları Müslüman şehidlerin organlarından yaptıkları gerdanlıkları boyunlarına
takmışlardı. Ayrıca Hind, Hz. Hamza'nın ciğerini çıkartarak ağzında çiğnemek
iğrençliğini gösterebilmişti.
Uhud'tan ayrılan Ebu Süfyan bir süre sonra
geri dönerek Medine'ye saldırmak ve başladıkları işi tamamlamak isteğine kapılmıştı.
Esasen böyle bir durumu, Resulullah (s.a.s) tahmin etmiş, 70 şehid ve yaralıya rağmen savaşın
hemen ertesi Pazar günü düşmanı takibe karar vermişti. Resulullah (s.a.s) 70 kişilik süvari birliği
ile 8 km. Kadar müşrikleri takibetti. Sonra konaklayarak üç gün bekledi. Geceleri ateş yaktırarak düşmana
savaştan yılmadıkları mesajını veriyordu. Müslüman olmadığı halde Müslümanların
dostlarından olan Huzaa kabilesinden Mabed-i Huzâî, Resulullah (s.a.s)'i gördükten sonra Ebu Süfyan'a giderek onun arkadaşlarıyla
birlikte savaş için geldiklerini söylemiş, Ebû Süfyan da yeni bir vuruşmayı göze alamayarak Mekke'ye gitmiş
ve Medine'ye saldırmaktan vazgeçmişti. Böylece Müslümanlar, bu savaşta birinci safhada üstünlük sağlamışlar,
gaflet ve dikkatsizlik neticesinde ikinci safhada ilahî bir imtihana uğratılarak mağlubiyet acısı
kendilerine tattırılmış, fakat üçüncü safhada durum denkleşmişken Resulullah (s.a.s)'in cesaretle
takibi neticesinde düşman korkutulmuş ve üstünlük tekrar Müslümanlara geçmişti.
SAVAŞTAN BAZI İLGINÇ TABLOLAR
Enes b. Mâlik diyor ki: Amcam Enes b. Nadr'ı
Uhud meydanında öldürülmüş olarak bulduk; üzerinde 80 kadar kılıç, süngü ve ok yarası vardı.
Müşrikler işkence yapmış olduklarından, kimse onu tanıyamadı, yalnız kız kardeşi
parmaklarından tanıdı. Biz şu ayetin amcam ve benzeri hakkında inmiş olduğunu sanıyoruz:
Müminlerden bir çok kimseler Allah'a vermiş oldukları sözlerini yerine getirdiler" (el-Ahzâb, 33/23).
Hz. Hamza'nın kız kardeşi, Müslümanların
bozguna uğradığı haberini alınca Medine'den savaş alanına gelmişti. Bunu farkeden
Resulullah (s.a.s) Hz. Zübeyr'e, Hamza'nın cesedinin parçalanmış vaziyette ona gösterilmemesini tenbih etmişti.
Bunu hisseden Safiyye, "Kardeşimin şehid olduğunu biliyorum. Allah yolunda böyle fedakarlıklar her zaman
gerekir" demiş ve parça parça edilmiş kardeşinin cesedini görünce de, Hepimiz Allah'ın mülküyüz ve O'na
döneceğiz"demek suretiyle büyük bir teslimiyet örneği gösterebilmiştir.
Ensar'dan bir kadın da savaşta babasını,
kardeşini ve kocasını kaybetmişti., Bunları haber aldıkça hep Hz. Muhammed (s.a.s)'in sağ
olup olmadığını soruyordu. Onun sağ olduğunu öğrenince; "Sen sağ olduktan sonra her
felâket hiç gelir!" demişti.
İslâm şehidleri ikişer ikişer
toprağa verildiler. Tablo göz yaşartıcı idi.
Hz. Hamza (r.a) kaftanı ile toprağa
veriliyordu. Hz. Peygamber'in hicretten önce Medinelilere İslâmî öğretmesi için tayin ettiği ilk öğretmen
Mus'ab b. Umeyr (r.a) toprağa verilirken üzerindeki elbise kısa gelmişti. Göğüs tarafına örtülünce
alt kısmı, alt kısmına örtülünce de göğüs kısmı açıkta kalıyordu. Resulullah
(s.a.s) örtünün alt kısmına örtülmesini üst kısmına da izhir denilen kokulu otlardan konulmasını
emir buyurmuştu.
RESULULLAH (S.A.S) UHUD ŞEHIDLERI HAKKINDA
ŞÖYLE BUYURMUŞTUR:
"Uhud harbinde kardeşleriniz şehit olunca
Allah Teâlâ onların ruhlarını bir takım yeşil kuşların içlerine koymuştur. Bunlar
Cennet ırmaklarına gelirler, içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu kuşlar, arşın gölgesinde
asılı bulunan altın kandillere konup tünerler. Şehid ruhları artık böyle mesut bir hayata erişince;
bizim cennetteki bu halimizi dünyadaki kardeşlerimize kim bildirir ki, onlar da bilsinler de cihatdan çekinmesinler demişlerdi"
(Tecrîd,186 vd; İbn Sa'd, II; 148).
MEUNE KUYUSU OLAYI
Hicretin 4.cü yilinda Amirogullarindan Cafer Oglu
Malik Oglu Ebu Bera Medineye geldi ve Resulullahile görüşüp ”Ey Allahin Resulu !Eğer Necid Halkina ashabından
biır kısmını gönderirsen , umarim ki Islam olurlar” dedi.
Resulu Ekrem, Necid bölgesi halkina güvenemeyip
"Korkarim ki ashabıma bir kötülükte bulunurlar” dedi. Ebu Bera` ”Onlar,Necidè geldiklerinde benim emanim
altina girmiş olur.Onlara kimse bir şey yapamaz ”diye teminat verdi.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem de Ebu Bera`nın
kardeşi oğlu olan (Malik Oğlu Tufeyl oğlu Amirè bir mektup yazdırdı ve Necid halkına Kur
an öğretmek için 70 Kuràn okuyucusunu gönderdi. Kilavuzlari Muttalip Süleymi idi.
Münzir bin Amr Kuràn okuyuculari ile Meune kuyusu
denilen yere varip Resulü Ekrem`in mektubunu Amr bin Tufeyle gönderdi.
Lanetlenmiş olan Amr bin Tufeyl ise mektubu
okumadan Haram bin Milhan`i öldürdü. Sonra Kur`an okuyuculari olan kurra cemeati üzerine saldırmak için kendı kavmı
olan Amır Oğullarını çağırdı. Onlar ise‘‘ Biz Ebu Beranın verdiği
sözü ayaklar altına atamayız ‘‘ diye çekindiler. Bunun üzerine Amr bin Tufeyl Usayye, Ri‘l ve
Zekvan kabilelerini toplayıp Meune Kuyusuna gitti ve ansızın kurra topluluğu üzerine saldırarak hepsini
şehid etti. Yalnız Neccar oğullarından Kab bin Zeyd‘ i öldü sanarak şehidler arasinda birakmişlar
oda bu durumu peygamber efendimiz (S.A.V) bildirmiştir.
Resulü Ekrem bu durumu haber alinca son derece
üzüldü ve ‘‘Bu hal ,Ebu Bera’nın işidir.Ben ,bunu ancak onun ısrarı ile istemeyerek
yapmıştım‘‘ buyurdu.Ebu Bera da Peygamberimizin bu sözünü işittikten sonra çok üzülerek kederinden
hastalanip öldü. Fakat verdigi sözün bu şekilde ayaklar altina alinmasi ,arap adeti üzere kendi soyunda bir leke üzere
kaldi.
Resulü Ekrem ise onlara beddua etti ve kisa bir
süre sonra bu kabileler veba, humma ve kitlik yüzünden telef oldular.
NADIROGULLARI ILE YAPILAN SAVAŞLAR
Islâm'in ilk yillarinda Medine'de yaşayan
üç yahudi kabilesinden biri Nadirogullari kabilesidir..
Nadir, birçok manâlarinin yanisira "yeşil
ve çiçekli bir bitki" anlamina gelir. Bu kabile Medine ve çevresinde büyük hurma bahçelerinin sahibi olarak bilinir.
Arabistan yahudilerinin güvenilir vesikalara dayanan
bir tarihi yoktur. Arabistan yahudilerinin geçmiş tarihine işik tutacak herhangi bir yazi, kitap veya yazit şeklinde
bir bilgi de yoktur. Ayrica Arabistan dişindaki Yahudiler de Arap dindaşlariyla fazla ilgilenmemiş ve tarihçiler
ile yazarlari bunlardan hiç söz etmemişlerdir... Arap yahudilerinin tarihini incelerken ister istemez araplar arasinda
kulaktan kulaga anlatilan rivayetler ve söylenenlere itibar etme zorunlulugu vardir. Bu rivayetlerin pek çogu da bizzat yahudiler
tarafindan ortaya atilmiştir (Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid, Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Terc. N. Ahmet Asrar, Istanbul
1983, I, s. 526).
Yahudiler yeryüzünde en eski geçmişe sahip
milletlerden birisidir. Arap yarimadasina ne zaman gelip yerleştikleri bilinmeyen yahudiler, Islâm'in ortaya çiktigi
yillarda bu yarimadanin her tarafinda görülmekteydiler. Bunlar, gerek ferdî ve gerekse topluluklar halinde Akabe körfezindeki
Eyle limanindan, Yemen ve Umman'in en ücra köşelerine kadar uzanmişlardi. Bu insanlari Mekna'da, Vadiyu'l-Kura'da,
Teyma'da, Fedek'te, Taif'de kisaca bütün şehirlerde oldugu kadar, hareket halindeki kervanlarda da görmekteyiz.
Yahudiler Mekke'de hiç bulunmamakla birlikte,
sadece Ukaz'da yalniz ticâret yapan degil, kâhinlikten para kazanan insanlar olarak da görülür.
Yahudilerin Medine (Yesrib)'ye yerleşmeleri
tarihinin Milâdî 132'den sonra oldugu tahmin edilir. M. 132'de Benu Nadir, Benu Kureyza ve Benu Kaynuka yahudilerinin Yesrib'e
(Medine'ye) yerleştikleri görülmektedir. Ilk olarak Nadirogullari ve Kureyzaogullari yerleşmiştir. Çünkü bu
iki kabile diger yahudi kabileleri arasinda soy ve itibar bakimindan üstün tutulurdu. Bunlarin çogunun, kâhin ve rahipler
sinifindan gelmesi de ayri bir avantaj saglamaktaydi. Bu kabileler Medine'ye yerleşerek, dini bakimdan üstün bulunmalarinin
verdigi ayricalikla kisa sürede şehre hâkim olmuşlar ve en iyi yerlere yerleşmişlerdi. M. 450- 451'de
es-Sebe' sûresinde sözü edilen büyük sel felâketinden sonra Yesrib'te bulunan birçok kabîlenin şehri terkettigi bilinir.
Bu büyük sel felâketiyle boşalan şehre yerleşen Evs ve Hazrec gibi Arap kabileleri, şehrin asil hakimi
bulunan Nadirogullari ve Kureyzaogullari yahudilerini şehrin diş bölgelerinde yerleşmek zorunda birakmişlardir.
Yahudilerin üçüncü büyük kabilesi olan Kaynukaogullari Hazrecliler'e siginma geregi duydu. Bunun üzerine Nadirogullari ve
Kureyzaogullari da Evs kabilesine siginarak Yesrib şehrinde yerleşmeye hak kazandilar.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in dogumu ve nübüvvetinin
başlangiç zamanlarinda yahudilerin Hicaz ve Yesrib'deki durumlari şöyle görünmekteydi.
Yahudiler, dil, kiyafet, kültür ve medeniyet konularinda
her bakimdan araplaşmişlardi. Isimleri arapça idi. Hicazda yaşamakta olan Beni Za'urâ yahudileri hariç diger
yahudi kabilelerinin isimleri arap ismi idi. Yahudiler kendi dilleri olan ibraniceyi istisnalar dişinda bilmezlerdi.
Araplarla olan sosyal ilişkilerinin her geçen gün artmasi yahudilerin duygu, düşünce ve tavirlarina kadar yansimiştir.
Ancak yahudiler bütün bunlara ragmen kimliklerini muhafaza etmişlerdi (Mevdudi, a.g.e., s. 526, vd.).
Hz. Peygamber (s.a.s)'e risalet görevinin verilmesinden
önce araplar, danişmak ve onlarin fikirlerini almak amaciyla yahudi veya hristiyan olan birisine gider, ondan bazi bilgiler
alirlardi. Islâm'in ortaya çikişi ve müslümanlarin Mekke şartlarinda Islâm'i yaşamaya çalişmalarindan
önce bütün ehl-i kitap yeni bir peygamberin gelecegini biliyor ve onu bekliyorlardi. Hattâ Peygamberimizin amcasi Ebu Talip'le
yaptigi Şam ticaretinde Rahip Bahira'*nin Ebu Talip'e "O çocuga dikkat edip üzerine titremesini" ögütlemesini buna delil
gösterirler.
Daha Akabe bey'atlarindan önce yahudiler, Medine
araplarina bir nebinin gelecegi ve bu nebiye kendilerinin uyacagini ve böylece Medinelilere karşi üstün bir duruma geçeceklerini
söyleyip onlari korkuturlardi. Bundan haberdar olan Medineliler Akabe'de Peygamberimiz'e bey'at ederek yahudilerden önce davranmişlardir.
Yahudiler Tevrat'i dogrulayici bir kitap olarak Kur'ani getiren Hz. Peygamber'e "saldirmak, hased etmek ve kin gütmekten dolayi
düşmanlik yapmaya başladilar. Çünkü Allah Teâlâ Rasûlünü araplardan seçmişti. Yahudi alimleri, Rasûlüllah'ın
zor durumda kalması için çalışırlar, onu olmadık yalanlarla şaşırtmak isterler ve
hakkı batıla çevirirlerdi" (İbn Hişam, İslâm Tarihi, Terc. Hasan Ege, İstanbul 1985, I. s. 282;
II. s. 187). Çünkü onlar yeni bir peygamberin kendi kavimlerinden çıkacağını ümid ediyorlardı. Gururları
yüzünden yalanlayanlardan oldular.
Yahudilerin, Allah'tan gelen peygamber ve kitabını
daha önceden bildikleri de bir gerçektir. Fakat bu peygamber ve kitap gelince tavırlarını değiştirdiler.
Bu hususta en güvenilir rivayet Ümmül Mü'minin Hz. Safiyye'nindir. Hz. Safiyye'den rivayete göre Hz. Muhammed (s.a.s), Medine'yi
şereflendirince babası ve amcası beraberce kendisiyle görüşmeye gittiler ve kendisiyle uzun müddet sohbet
ettiler. Babası ve amcası eve dönünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Amca: Bu, gerçekten kitaplarımızda haber
verilen peygamber midir?
Baba: Evet, vallahi o aynı peygamberdir.
Amca: Sen buna inanıyor musun?
Baba: Evet.
Amca: O halde, ne yapmak istiyorsun?
Baba: Vallahi, ben yaşadığım
müddetçe ona muhalefet edeceğim (İbn Hişam, II. s. 165). Yahudilerin bu peygamberi bekledikleri fakat ona tabi
olup onun yolundan gitmek için değil de doğar doğmaz ona bir suikast tertipleyip öldürmek için beklediklerine
dair bir takım rivayetler de nakledilir (bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, l. s. 595; İbn Hişam,
age, s.116, İbn Sad, Tabakat, 1/1, s.21)
Hz. Peygamber ve müslümanların Medineye hicreti
sırasında yahudiler şehrin yarısına hâkim durumdaydılar. Bu hâkimiyet gerek ilmî seviyedeki
Bilim Evi (Beytul-Midras), gerekse Nadiroğullarının elinde bulunan hazineler (Kenz) yoluyla her yönden görülen
bir gerçeklikti. Buna rağmen yahudiler kendi aralarında sürtüşme halinde idiler. Bu durum onları bazı
arap kabileleriyle ittifak yapmaya itmiştir. Bundan dolayı da Nadiroğullarının Evs kabilesinin hakimiyeti
altında bulunduğu zikredilmelidir.
Hz. Peygamber tarafından yürürlüğe konulan
Medine-şehir-devleti anayasasında dokuz yahudi kabilesinden bahsedilir. Burada yahudilerle karşılıklı
haklar ele alınmış ve Medine'yi birlikte savunma kararlaştırılmış; onlardan Hz. Peygamber
izin vermeden askeri bir harekete girişmeyeceği ve Medine'ye bir saldırı sözkonusu olduğunda şehrin
birlikte savunulacağı sözü alınmıştı (Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri,
İstanbul 1969, s. 34 vd.). Yine araştırmalara göre bu anayasa dünyanın ilk anayasasıdır. Elli
iki maddeden oluşan mezkur anayasada 23-35 ve 46. maddeler yahudilerle ilgili olup bu maddeler ayrıca kendi işlerinde
alt bölümlere ayrılmıştır (bk. Muhammed Hamidullah, a.g.e., l. s. 211 vd.). Fakat yahudiler tarihen sabit
olduğu gibi antlaşmalarına sadık olmadılar. Bu antlaşmaya katılmaktaki gayeleri, kendilerine
başka bir yol bulana kadar zaman kazanmaktı. Daha ilk anda bu yeni dinin onların senelerdir övündükleri bir
üstünlüklerini ellerinden alacağını hissetmişlerdi.
İslâm'ın Medine'de devletini kurduktan
sonra tarihte benzeri görülmemiş tür şekilde yayılma göstererek bölgeyi hakimiyetine alması, müslüman
olmayan diğer kabileleri olduğu gibi yahudileri de telâşa düşürdü. Zira onlar İslâm'ın yayılışını
geçici görüyorlardı. Bu amaçla Kureyş müşrikleriyle yaptıkları bir çok antlaşmada askerî yönden
Kureyş müşrikleri, fikri yönden de yahudiler İslâm'a karşı koyacaklarını taahhüt etmişlerdir.
Ancak yahudilerin giriştiği bu tür bir yol bir fayda vermedi. Hattâ İslâm'ın son tevhid dini olduğunu
öğrenen bazı yahudiler de müslüman oluyorlardı. Yahudilerin önde gelen âlimlerinden Abdullah b. Selâm bunlar
arasındaydı. Bundan sonra yahudiler için tek çıkar yol, İslâm'ı kılıç zoruyla sindirmek,
yayılmasını önleyerek ortadan kaldırmaktı.
Bedir savaşında müslümanların üstün
gelmesi bütün yahudileri olduğu gibi Nadiroğullarını da kızdırmıştı. Bu savaş
onların kinlerini açığa vurmalarını sağladı. Öncelikle Kaynukaoğulları, müslümanlara
karşı işledikleri hareketlerden dolayı şehir dışına sürüldüler (bk. Kaynukaoğulları
maddesi).
Yahudi şair Ka'b b. Eşref yalan teşvikleri
ile Mekke müşriklerini yeni bir savaşa sokmaya çalışıyordu. Bunu öğrenen müslümanlar, aralarında
Ka'b'ın süt kardeşinin de bulunduğu bir grup olmak üzere Ka'b b. Eşref'i öldürmüş; bu olay üzerine
Nadiroğulları Hz. Peygamber (s.a.s) ile bir ittifak antlaşması imzalamışlardı. Ancak bu
barış dönemi fazla sürmemiş; Nadiroğullarının diğer müttefiki Benû Amr kabilesinden müslüman
olan Amr h. Umeyye iki kişiyi öldürmüştü. Olay şöyle cereyan etti: Necid halkını İslâma davet
için Rasûlüllah tarafından gönderilen bütün müslümanları öldüren Amr b. Tufeyl ve Necidlilerin elinden kurtulan
tek kişi olan Amr b. Umeyye, Kilâhoğulları kabilesinden iki adamla karşılaştı. Resûlullah
onlarla antlaşma yapmıştı. Fakat Amr bunu bilmiyordu. kendisini öldürürler diye korktuğundan, dalgınlıklarından
yararlanarak onları öldürdü. Resûlullah da onların diyetini üstlendi. Diyetin ödenmesi müslümanlara ağır
geldi. Ödeyemez duruma düştüler. Hz. Peygamber de yahudilerle yaptığı anlaşmaya dayanarak Nadiroğullarından
diyet ödeme işine katılmalarını istedi. Nadiroğulları bu teklifi düşüneceklerini söyledi
ve mühlet istediler. Ancak kendi aralarında yaptıkları görüşmede Hz. Muhammed'i suikastla öldürmeyi planladılar.
Onların yanına giden ve görüşmelerinin sonuçlanmasını bekleyen Resûlullaha, Amr b. Guhâş adlı
yahudinin kendisine suikast yapacağı bildirildi.
Bu çirkin olaydan sonra "Ey iman edenler Allahın
üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir kavim size el uzatmaya kalkışır da, Allah onların
ellerini üzerinizden çekmişti” (el-Maide, 5/11) âyeti nazil olmuştur (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 626
vd).
Kaynaklarda anlatilan diger bir görüşe göre
ise; Bedir savaşindan sonra Mekke putperestleri, Nadirogullarina gönderdigi bir mektupla onlari Rasûlüllah ile çatışma
haline getirmeye kışkırtmışlardı. Diğer taraftan Medine'den çıkarılan Benû Kaynuka
yahudilerinin bu hali, zamanla sayıları artan Nadiroğulları (Benü Nadir) yahudilerinin müslümanlara dair
birtakım endişeler taşımasına sebep oldu. Bu şart ve durumlar karşısında onlar,
hıyânet dolu bir komplonun içine sürüklenmiş oldular. Bir gün Resûlullaha bir haberci göndererek, "Üç müslümanı
da yanına alıp gel. Bizden seçilecek Üç alimle karşılaşıp görüş; şayet (bizimkiler
size) inanıp kanacak olurlarsa biz de hep birden senin yoluna gireriz" deyip Resûlullah'ı aralarına davet ettiler.
Bu üç yahudi (elbiseleri altına) hançerler saklamışlardı. Ancak Benû Nadir (Nadiroğulları) yahudileri
arasından bir kadın müslüman Ensâr zümresi arasında oturan erkek kardeşine, Nadirlilerin kalkıştığı
bu suikast işini anlatmış ve bu erkek kardeş de Resûlullah Nadirlilerin mahallesine henüz varmadan haberi
kendisine yetiştirebilmişti. Bunun üzerine Resûlullah yoldan geri dönmüş ve fakat ertesi sabah erkenden askeri
kuvvetlerin başında olduğu halde Nadirlilerin karşısına çıkmış ve gün boyu onların
oturdukları mahalleyi kuşatma altında tutmuştu (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 626-28).
Resûlullaha karşı teşebbüs edilen
bu tür suikastlar müslümanlara, Nadiroğullarının artık aralarında yeri olmadığı kanaatini
verdi. Bu arada Kureyş müşriklerinin müslümanlara karşı bir hazırlık içerisinde bulunduğu
duyuldu. Müslümanlar, içeride bulunan ve müşriklerle her an ittifak kurabilecek bir düşmandan emin olmazlarsa durumun
daha da vahim sonuçlar doğurabileceğini biliyorlardı. Bunun işin öncelikle yapılması gereken
şey, Medinedeki Nadiroğullarını zararsız bir duruma getirmekti.
Hz.Peygamber, Nadiroğullarına yaptığı
ilk kuşatmadan hemen sonra Kureyzaoğullarına yaptığı kuşatmayı bırakıp onlarla
antlaşma yoluna gidince, vakit kaybetmeksizin tekrar Nadiroğulları üzerine yürüyerek onların eşlerini
ve kalelerini kuşatmıştır. Yahudiler müslümanlara karşı bir güçle çıkamadılar. Bu
kuşatmada her iki taraftan herhangi bir ölüm olayına rastlanmaz. Kuşatma sonunda yahudiler İslama davet
edilmiş, kabul edenler affedilerek serbest bırakılmış, reddedenler ise silahları dışında,
diğer bütün menkul mallarını alarak Medine dışına çıkmalarına izin verilmiştir.
Bunlardan bir kısmı Filistin'deki Ezri'at şehrine, diğerleri ise Hayber bölgesine yerleştiler (Buhârî,
Meğazi, 14, 32; Müslim, Siyer, 20, Cihad, 20; Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 628).
Medine'den sürülmeleri sırasında Benû
Nadirler değerli sayılan eşya ve mücevheratlarının yanı sıra beraberlerinde götürmek üzere
evlerinin kapılarına varıncaya kadar herşeyi söküp aldılar. Sürülenler, arkalarında çalgıcı
ve şarkıcıların kopardığı bir şamata olduğu halde altıyüz develik bir kervan
oluşturarak yola çıktılar.
Nadiroğullarının Medine'den sürülmelerinden
bir yıl sonra beş kişilik bir heyet, Hicri 5. yılda Medine'nin kuşatılmasına girişecek
ve Hendek savaşını çıkaracak olan büyük saldırı ittifakını organize etmiştir
(Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 629; Ayrıca bk. Kaynukaoğulları, Kureyzaoğulları, Yahudi mad.).
HENDEK SAVAŞI
Hz. Peygamber (s.a.s)'in müşriklerle yaptığı
büyük ve en önemli savaşlarından birisi. Uhud savaşından iki yıl sonra, Hicret'in beşinci yılının
şevval ayında (23 şubat 627) Medine'nin kuzeyinde cereyan etmiştir.
Kureyş müşrikleri Uhud savaşında
başarılı olmuşlardı ama müslümanların gücünü kıramamışlardı. Tam tersine
müslümanlar Medine'deki birlik ve beraberliklerini sağlamlaştırmış, askeri bakımdan daha güçlü
bir duruma gelmişlerdi. Medine'de sürekli problem çıkaran Yahudi Benu Nadir kabilesi sürülmüş; doğuda
Zatu'r-Rika, kuzeyde Dumetü'l-Cendele yapılan seferler kesin zaferle sonuçlanmış, müslümanların gücü ve
etkinliği gün geçtikçe daha da büyümüştü. Bunun sonucu olarak Mekke müşriklerinin Mısır, Suriye ve
Irak yönündeki kervan yolları tamamen kapatılmıştı.
Müslümanların bölgeye hakim bir güç olmaya
başlaması İslâma katılanların sayısını hızla artırmış, geçen zaman,
müslümanların sosyal hayatlarını düzenleme ve yerleştirme yolunda önemli adımlar atmasına fırsat
tanımıştı. İslâm'ın bu gözle görülür güçlenişi karşısında müslümanların
başlıca düşmanlarından olan yahudiler, düşmanca faaliyetlerine hız verdiler. Özellikle Medine'den
sürülen Benu Nadir kabilesi bütün çevrede İslâm aleyhinde sürekli propaganda yapıyor, İslâm'ın güçlenmesini
önlemek için müslümanlara kesin bir darbe vurmanın yollarını arıyordu. Bu çalışmaları sonuçsuz
kalmamış, yahudiler aralarında görüş birliği sağlanarak Kureyş ve diğer müşrik
kabilelerle birleşmenin yolları aranmaya başlamıştı.
Yahudilerden oluşan bir heyet Mekke'ye gelerek
kışkırtıcı çalışmalardan sonra Kureyş'e ortak düşmanları olan müslümanlara
birlikte saldırmayı Rasûl Aleyhisselâm'ı ve İslâm'ı ortadan kaldırmayı teklif ettiler.
Ticaret yollarının kesilmesiyle ekonomik bir çıkmaza düşen ve içlerinde hala Bedir'in acısını
taşıyan müşrikler bu teklifi olumlu karşıladı (Taberî, Tarihu't-Taberi, Mısır,1961,
II, 564-5). Yahudi heyeti ve Kureyş'ten seçilen elli adam Kâbe örtüsünün altına girip göğüslerini kâbe duvarına
dayayarak tek başlarına kalıncaya kadar müslümanlarla savaşmaya yemin ettiler. Artık tek düşünceleri
vardı. Bu savaşı mutlaka başarmak ve İslam'ı ebediyyen yok etmek (İbnü'l-Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye,
Beyrut, 1407/1987, II, 254, 255).
Yahudiler Kureyş'le anlaştıktan
sonra Necid'e giderek Benu Süleym ve Gatafan kabilelerini de bu ittifaka dahil etmeye çalıştılar. Gatafan kabilesini
Hayber'in bir yıllık hurmasının yarısı karşılığında müslümanlara karşı
savaşmaya razı ettiler. Arkasından diğer Arap kabilelerini dolaşarak putperestliğin İslam'dan
üstün olduğunu, fakat müslümanlarla savaşılmadığı takdirde putperestliğin sonunun yaklaştığı
propagandasıyla savaşa kışkırttılar. Bu çalışmaları sonunda Fezare, Süleym, Sa'd
ve Esedoğulları kabileleri de ittifaka dahil oldu (Taberî, a.g.e., II, 566).
Savaş hazırlıklarına başlayan
Kureyş, üçyüz at, bin beşyüz devenin bulunduğu dörtbin kişilik bir ordu donattı. Buna Yahudi ve diğer
Arap kabilelerinin kuvvetleri de eklenince yaklaşık onbin kişilik bir ordu meydana geldi. Bu büyük ordu İslâm'a
son ve öldürücü darbeyi vurmâk, Allah'ın nurunu boğmak niyet ve umuduyla Medine'ye yöneldi. Arap yarımadası
belki de o güne kadar böyle büyük bir orduya şahit olmamıştı (İbn Hişam, es-Siretit'n-Nebeviyye,
Mısır, 1375/1955, II, 214, 216, 220):
Râsulullah (s.a.s) müttefiklerin girişimini
haber alır almaz derhal bir savaş meclisi topladı. Mecliste düşmana karşı ne gibi tedbirler
alınması, nasıl bir savaş taktiği izlenmesi gerektiği konusunda istişare edildi. Ashâbın
çoğunluğu Medine'yi içerden savunmanın uygun olacağı görüşünde idi. Bu görüş benimsendikten
sonra Selman-ı Farisî hazretleri, "bizde bir şehir üstün kuwetlerle kuşatıldığı zâman daima
çevresine bir hendek kazılır ve şehir bu şekilde savunulur" şeklinde görüş bildirince Rasûl
aleyhisselam bunu uygun görerek savunma planının bu doğrultuda hazırlanmasını emretti. Vakidî'nin
Hendek Savaşı sırasında Rasûlullah'ın Kureyş lideri Ebû Süfyan'a yazdığım söylediği
bir mektuba göre ise, şehrin çevresine hendek kazılmasını doğrudan doğruya şanı yüce
Allah, Rasûlüne ilham etmiştir. Düşmanın geleceği yöne kazılacak hendekle şehrin koruması
esas olmakla birlikte Selmân-ı Farisî'nin teklifi içinde Medine'yi çevreleyen binalar arasına kapatmak da vardı,
zaten şehrin diğer tarafı dağ ve hurmalıklarla çevrili idi (İbn Hişam, a.g.e., II, 255).
Rasûlullah, vakit kaybetmeden, ileri gelen sahabîlerle
birlikte keşfe çıkarak hendek kazılması gereken yerleri tesbit etti. Düşmanın saldırısına
açık bulunan yerlerin tesbitinden sonra bütün müslümanlar toplanarak hendek kazma çalışmalarına başladılar.
Medine'deki bütün araçlar toplandığı halde yine de birçok müslüman araçsız kalmıştı. Bunun
üzerine Rasûlullah, müslümanlarla anlaşmalı bulunan Benu Kurayza kabilesinden ödünç aletler aldırdı.
Başta Rasûl aleyhisselam olmak üzere bütün
müslümanlar canla başla çalışıyorlardı. Mevsim kış olduğu için çalışmak
oldukça güç ve yorucuydu. Buna rağmen müslümanlar büyük bir coşkuyla çalışıyor, hep bir ağızdan
"bizler ömrümüz oldukça Muhammed'le birlikte savaşa devam etmek üzere bey'ât etmişizdir" anlamında mısralar
okuyorlardı. Hendek kazarken Hz. Peygamberin birçok mucizesinin geldiğini yine İslâm tarihçileri nakletmektedirler
(İbn Hişam, a. g. e., II, 217, 219).
Rasûlullah da coşkuyla çalışan
arkadaşları ile birlikte toprak kazıyor, taşıyor, onlarla bir ağızdan şu anlamdaki
beyitleri okuyordu: "Allah'ın lütfu ve hidayeti olmasaydı biz ne hidayete erer, ne sadakalar verir, ne de ibadet
ederdik. Ya Rab! Bizi huzur ve sükuna erdir. Düşmanla karşılaşırsak bize sebat ve metanet ver. Bize
saldıranlar fitne çıkararak fesat peşinde koşuyorlar. Biz ise onlara karşı koyuyoruz." Münafıklar
ise bu işi ağırdan alıyor ve çeşitli bahanelerle çalışmamak istiyorlardı (İbn
Hişam a.g.e., II, 216; Taberî, a.g.e., II, 566, 567).
Bu şekilde iki hafta boyunca süren gayret
sonunda Medine çevresinin gerekli yerleri hendeklerle kuşatılmış, hendeklerden çıkan topraklar iç
tarafa yığılarak siperler oluşturulmuştu.
Hendek kazma çalışmaları biter
bitmez Rasûl aleyhisselam savaşabilecek durumdaki bütün müslümanları topladı. Müslüman mücahitlerin sayısı
üçbindi ve otuz altı da at vardı. Müslüman savaşçılar gruplar halinde siperler gerisine yerleştirildi.
Bu sırada Ebû Süfyan komutasındaki ordu Medine'nin Batısından, Necid kabileleri de Doğudan Medine
önlerine geldiler.
Kureyş ordusu Medine'nin kuzeyinden dolaşarak
Uhud dağı civarına geldi. Ortalığı boş görünce evvelce Uhud savaşında aldıkları
mevkiye doğru yaklaştılar. Burada diğer kuvvetlerle birleşerek Uhud-Medine yolu üzerinde ilerlemeye
başladılar. Bir müddet sonra Rasûlullah'ın hendekler gerisinde görülen çadırları karşısına
geldiler ve onun karşısında yer aldılar (Taberî, a.g.e., II, 570).
Müşrikler çevrede müslümanları görmeyince
hızla Medine üzerine atıldılar. Fakat müslümanlar tarafından kazılan hendeklere gelir gelmez ne yapacaklarını
şaşırdılar. O zamanlar böylesi istihkamlar inşa etmek Araplar tarafından bilinmiyordu. Rasûlullah'ın
bu değişik savunma yöntemi müşrikleri hayret ve şaşkınlık içinde bıraktı. İçerlerinde
bazıları atlarını hendekler boyu sürerek bir geçit aradılar. Fakat hendek gayet derin kazılmış
olduğu için geçmeyi başaramadılar. Bu arada hendek gerisinde siperlenen müslümanlar düşmanı ok ve
taş yağmuruna tuttular. Düşman süvarileri de bu şekilde karşılık vermek zorunda kaldılar.
Müşrikler bir aya yakın bir süre hendek gerisinde kaldılar. İki taraf arasında herhangi bir savaş
olmadı. Bir kaçı mübareze ve karşılıklı ok atmaktan başka ciddi bir hareket olmadı
(Taberî, a.g.e., II, 572).
Müslümanlar arada sırada taarruz eden düşmanı
bu şekilde karşılayarak savunma süresini uzatıyorlardı. Fakat bu sırada müslümanlarla anlaşma
içindeki Benu Kurayza kabilesinin anlaşmayı bozarak geceleyin Medine üzerinde baskın yapmak için hazırlandıkları
söylentisi yayıldı. Bu haber müttelik ordulara göre oldukça zayıf olan müslümanlar arasında büyük bir
endişeye neden oldu. Rasûl aleyhisselam durumun açıklığa kavuşturulması için Kurayza kabilesine
birisini gönderdi. Benu Kurayza kabilesinin reisi Kaab b. Esed'in Benu Nâdir kabilesi reisi Nayy b. Ahtab tarafından
kandırılmış olduğu ve Kurayzalıların gerçekten anlaşmayı bozmuş oldukları
anlaşıldı. Kurayza kabilesi ile Evs kabilesi arasında dostluk bulunduğu için Evs'in lideri Sa'd b.
Muaz ve bazı Evs ileri gelenleri özel olarak Benu Kurayza kabilesine gönderildi ise de olumlu bir sonuç alınamadı.
Kur'ân düşmanın gelişini ve durumun
vehametini şöyle dile getirir:
"Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan
gelmişlerdi. Gözler dönmüş, yürekler ağızlara gelmişti. Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz"
(el-Ahzab, 33/10). Rasûlullah zaman geçirmeden ortaya çıkan yeni duruma uygun tertibatı aldı. Müslümanlara
hitaben, "emin olunki bunun sonu hayırlıdır. Müslümanların yegane koruyucusu Allah'tır" buyurarak
müslümanlara güven verdi. Şehir içinde ve savunma hattı çerçevesinde güvenlik önlemleri bir kat daha artırıldı.
Geceleri düşmanın ani bir baskın yapmasını önlemek amacıyla devriye kolları çıkarılmaya
başlandı.
Gece basar basmaz bütün devriye görevlileri görev
yerlerine dağılıyor, Rasûlullah ise savunma hattının en zayıf noktasında bekliyordu. Geceleri
çok soğuk olduğu için savaşın zorlukları kendisini daha ağır biçimde hissettiriyordu. Bununla
birlikte Müslümanlar inançla ve sabırla görevlerini yerine getiriyorlardı.
Bu arada münafıklar da boş durmuyor
bir takım teşvikler ve aldatıcı sözlerle imanı zayıf kimseleri kandırmaya çalışıyorlardı.
Nitekim Kur'ân bu duruma "İki yüzlüler ve kalplerinde hastalık olanlar" Allah ve Rasûlü size sadece kuru vaadlerde
bulundu" diyorlardı (el-Ahzab, 33/12). Ayetiyle işaret etmektedir.
Kuşatma onbeş günden fazla sürdüğü
halde müşrikler hiçbir sonuç alma başarısını gösteremediler. Muhasaranın devamı sabahlara
kadar siperlerde bekleyen müslümanları oldukça kötü etkiliyordu. Şehrin dışarıyla bütün bağlarının
kestirilmiş olması yiyecek sıkıntısının başlanmasına neden oldu. Münafıklar
bundan da güç alarak yersiz konuşmalarını çoğalttılar. Eskiden beri meydan savaşlarına
alışmış olan müslümanlar düşman karşısındâ hiçbir şey yapmadan beklemekten sıkılmaya
başlamışlardı. Mevsimin şiddeti bu durumu daha da etkiliyordu. Özellikle geceleri çıkan soğukta
devriye görevini yapanlar fazlasıyla muzdarip olmaya başladılar. Hatta hayvanlarına yedirecek birşey
bulamaz hale geldiler. Müslümanların direnci yavaş yavaş kırılmaya yüz tutmuştu. Kur'ânın
deyimiyle "İşte orada mü'minler denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğramışlardı"
(el-Ahzab, 33/11).
Durumun vehameti karşısında Hz.
Peygamber, Müşriklerin birliğini bozabilmek için bir ara Gatafanlıların reisleri Uyeyne b. Hısn b.
Huzeyfe ve el-Haris b. Avf b. Ebi harise el-Murriye haber göndererek dönüp gitmeleri karşılığında
Medine hurmalarının üçte birini onlara vermek üzere anlaşmak istediyse de (hatta anlaşma metni bile hazırlanırken)
Sa'd b. Mu'az ve Sa'd b. Ubâde ile istişaresi sonucu bu fikirden vazgeçti (İbn Hişam, a.g.e., II, 223; Taberî,
a.g.e., II, 572-3).
Diğer yandan düşman ordusu baskısını
giderek arttırıyordu. Değişik yönlerden peşpeşe saldırılarda bulunuluyor, hendeği
aşamayarak çaresiz geri dönüyordu. Muhasaranın olağanüstü şiddet kazandığı bir sırada
müşrikler ne pahasına olursa olsun hendeği aşmaya karar verdiler. Savaşçılıktaki büyük
ustalığı ve Kahramanlığıyla şöhret kazanmış olan Amr b. Abdived ile İkrime
b. Ebû Cehl, Nevfel b. Abdullah, Dırar b. Hattab, Hübeyre b. Ebî Vehb hendeği geçmek üzere ileriye gönderildi. Ebû
Süfyan ve Halid b. Velid de onun arkasından genel bir saldırı için kuvvetlerini ileriye doğru hareket
ettirdiler. Amr ve yanındakiler binbir güçlükle de olsa hendeği aşmayı başardılar.
Amr b. Abdived atını ileriye sürerek
müslümanları kendisiyle savaşacak bir savaşçı taleb etti. Amr birçok savaşlarda bulunmuş, yiğitlik
ve gözüpekliği sayesinde birçok birlikleri dağıtmış gayet usta bir silahşor, çevik bir süvari
olduğundan, onunla dövüşmeye kimse cesaret edemezdi. Nitekim müslümanlardan da kimse onun isteğine cevap veremedi.
Bu durumu gören Hz. Ali, Amr'a karşı
çıkmak için izin istedi. Fakat Rasûlullah izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak müslümanlara hitaben; "İçinizden
kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gideceğini söylediğiniz Cennet?" diye
bağırdı. Müslümanlardan yine ses çıkmayınca Hz. Ali ikinci defa izin istedi. Rasulullah kendi zırhını
çıkarıp Ali'ye giydirdi, beline zülfikâr'ı taktı ve ellerini açarak "Ya Rabb amcam Übeyd Bedirde; Hamza
Uhudda şehid oldular bu Ali ise kardeşimdir ve amcamın oğludur. Onu koru, beni kimsesiz bırakma.
Sen Varislerin en hayırlısısın" diye dua ederek uğurladı.
Amr'ın karşısına çıkan
Hz. Ali kendisini tanıttı. Amr, Ali'nin gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla
savaşmak istemedi. Hz. Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını bildirdi.
Kendisinin savaşa çıkanların üç tekliflerinden birini kabul ettiğini duyduğunu; eğer öyleyse,
üç teklifi olduğunu söyledi. Ya müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, yada kendisiyle
dövüşmesini teklif etti. İlk ikisini reddeden Amr dövüşmeyi seçti.
İlk saldırı Amr'dan geldi. Vurduğu
kılıç darbesi Ali'nin kalkanını parçalayarak başından yaralanmasına neden oldu. Sıra
kendisine geldiğinde Ali indirdiği darbe ile Amr'ı cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle tekbir
getirirken müşrikler büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.
Hz. Ali Amr'ın işini bitirince Dırar
ile Hübeyre Ali'nin üzerine yürüdüler. Dırar Hz. Ali'nin yüzüne bakar bakmaz dönüp kaçmaya başladı. Sonradan
Dırar, "ölüm meleği surete bürünmüş bana görünmüştü," diyecektir, bu kaçış hakkında. Çarpışmaya
yeltenen Hübeyre de Ali'nin bir kılıç vuruşu ile zırhı delinince kurtuluşu kaçmakta buldu, (İbn
Hişam, a.g.e., II. 224-225).
Hz. Ömer, kaçan kardeşi Dırar'ın
peşinden, Zübeyr b. Avvam da Hübeyr'in arkasından koştular. Bu sırada Nevfel b. Abdullah hendeğe
düşmüş, yaralanmıştı. Müslümanlar onu taşa tuttular. Fakat Ali onları durdurdu, hendeğe
inerek boynu kırılmış Nevfel'in kafasını uçurdu.
Bu kötü sonuç karşısında Ebû Süfyan
çaresiz ordugahına döndü.
Ertesi günü Benu Kurayza Kabilesi de düşman
ordusuna katıldı. Müttefikler böylece kuvvet kazanınca bir kat daha cesaretlenerek saldırılarını
sıklaştırmaya, tazyiklerini arttırmaya başladılar. Ok ve taş muharebeleri akşama kadar
sürüp gitti. Karanlık basınca müşrikler ordugahlarına çekildiler. Genel bir saldırı düşüncesi
müslümanlar arasındaki endişeyi bir kat daha artırdı.
Bu arada savaşın yönünü değiştirecek
önemli bir olay oldu. Düşman saflarında iken müslüman olan Nuaym b. Mes'ud es-Sakafî gizlice Rasulullah'ın
ordusuna katıldı. Durumun kötülüğünü gören Nuaym, müttefiklerle Benu Kurayza Kabilesinin arasını
bozmak için iyi bir vesile oldu. Hz. Peygamber ona Benu Kurayza ile müşriklerin arasını açması için talimat
verdi. İslâma girdiği bilinmediği için rahatça Benu Kurayza lideri Kaab b. Esed'in yanına gitti. Kaab'ın
yanında daha başka Yahudi liderleri de bulunuyordu. Onlara yahudilere bir iyilik etmek isteğimi söyleyerek
Kureyş ve Gatafan kabilelerinin artık savaştan usandığından söz etti "hatta daha fazla zahmet
çekecek olurlarsa sizi bırakıp gidecekler. O zaman siz İslâm ordusuna karşı koyamazsınız.
Bu tehlikeyi önlemek için Kureyş ve Gatafan kabileleri ileri gelenlerinden birkaç kişiyi rehin alın" dedi.
Yahudiler bu haberden son derece memnun oldu.
Nuaym, oradan Ebû Sufyan'ın ordugahına
geldi. Ona Kurayzalıların anlaşmayı bozduklarından dolayı pişmanlık duyduklarını
ve anlaşmayı gizlice yenilediklerini, hatta suçlarını affettirmek için Kureyş ve Gatafan liderlerinden
birkaç kişiyi rehin alarak müslümanlara teslim etmeyi düşündüklerini söyledi. Bu haber Ebû Süfyan'ı vesveseye
düşürdü. Derhal kurayza liderine İkrime b. Ebî Cehl ve Benî Gatafanlı bir grupla haber göndererek muhasaranın
çok uzadığını, askerin açlıktan şikayet ettiğini bu nedenle ertesi günü genel bir saldırı
ile bu duruma bir son verilmesi gerektiği arzusunda olduğunu söyledi. Buna karşılık Kurayzalılar,
Kureyş ve Gatafan ileri gelenlerinden birkaç kişi rehin verilmedikçe kendilerine güvenemeyeceklerini bildirdiler.
Kureyş ve Gatafan liderleri bu haberi işitince Nuaym'ın sözüne hak vererek rehin vermekten imtina ettiler.
Kurayza kabîlesi ise onların tavrının Nuaym'ı doğruladığını görünce müttefiklerden
ayrılarak onları kendi başlarına bıraktılar, (İbn Hişam, a.g.e. II. 230) (Taberî,
a.g.e. II 578-9).
Kuşatma yine sürüyordu, ama eski şiddetini
kaybetmişti. Rasûlullah (s.a.s) bu günlerde, bugün Ahzab Mescidinin bulunduğu yerde ayakta durup ellerini yukarıya
kaldırarak müşrik kabileleri aleyhinde üçgün boyunca dua ettiler. Üçüncü gün öğle ile ikindi namazı arasında
duasının kabul edildiği kendisine vahyedildi. Ashab bunu Rasûlullah'ın yüzünde dalgalanan sevinçten anladı.
Cebrail (a.s.) "sevininiz, Allah onlara bir rüzgar saldı."diyerek Allah'ın müşrikleri kasırga ile perişan
edeceğini haber vermişti. Allah Rasûlü hemen iki dizi üzerine çöküp ellerini kaldırdı. gözlerini yere
indirdi. ve "bana ve ashabıma acıdığın için sana şükranlarımı sunarım Allah'ım"
dedi. Sonrada haberi ashâbına o müjdeledi.
Beklenen rüzgar birkaç gün sonra geldi. Bu soğuk,
dondurucu bir rüzgardı. Tozları, toprakları müşriklerin gözlerini dolduruyordu. Rüzgar, onları kendi
başlarının derdine düşürmüş, çekilmek, zorunda bırakmıştır. Çadırların
bezlerini, derilerini yırtıyor, direklerini söküyor, sergileri kumlara gömüyor, yakılan ateşleri, aşıkları
söndürüyor, develeri, atları birbirine karıştırıyor, hiç kimse kimsenin yanına gidemiyor. Müşrikler
ordugahlarından devamlı tekbir sesleri, silah şakırtıları duyuyorlardı. Kalplerine büyük
bir korku düşmüş, amansız bir paniğe kapılmışlardı. Kur'an sonradan bu olayı
mü'minlere şöyle hatırlatmaktadır: "Ey mü'minler. Allah'ın size olan nimetini anın. Hani üzerinize
ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı
görüyordu. "(ef-Ahzâb. 33/9)" "Allah kâfirleri öfkeleri ile geri çevirdi. Hiçbirşey elde edemediler. Savaşta iman
edenlere Allah'ın yardımı kâfi geldi. Allah güçlüdür, herşeye galiptir" (el-Ahzâb; 33/25).
Gece boyunca devam eden fırtına, sabahleyin
biraz sükûnet buldu. Allah Rasûlü, Huzeyfe b. Yeman'ı düşman ordusu hakkında bilgi alması için gönderdi.
Huzeyfe, düşman ordusunun perişan halini görerek geri döndü. Hz. Peygamber bundan son derece memnun oldu ve sonucu
beklemeye başladı. (İbn Hişâm, a.g.e. II. 231-2).
Ebû Süfyan ansızın uğradığı
bu büyük felâket üzerine Kurayza kabilesinin ordudan ayrıldığı ve orduda ihtalâf çıktığı
bahanesiyle kuşatmayı sona erdirerek geri çekilme emrini verdi. Amr İbnû'l-âs ile Halid b. Velid ikiyüz süvari
ile müşriklerin geri çekilişini denetlediler. Müşrikler başansızlıklarından doğan
umutsuzluk ve sıkıntı içerisinde hızla ricat etmeye başladılar.
Kureyş ordusu Mekkeye, Gatafan kabileleri
Necid'e doğru yol alırken müslümanlar savunma hattından çıkarak düşman ordugahına vardılar.
Düşmanın telaş ve heyacan içinde geri çekilirken bırakmış oldukları erzak ve zahirelere
ve Ebû Sufyan'ın yahudi reislerinden Hayg'a gönderdiği yirmi deveye el koydular. Develer kurban edildi, hurma dolu
sepetler boşaltıldı ve müslümanlara dağıtıldı. Bu ganimet vasıtasıyla muhasaranın
ortaya çıkardığı kıtlık ortadan kalkmıştı. Rasûlullah (s.a.s.) müslümanlara hitab
ederek, "Ey İslâm mücahidleri! Emin olunuz ki bu muzafferiyet sizin için ölümsüz bir başaııdır. Bundan
böyle Kureyş kabilesi size değil, siz Kureyş'e taarruz edeceksiniz" buyurdu. Rasûlullah'da bu sözleriyle müşriklerin
bütün gücünün tükendiğini, artık müslümanların zafer yollarının açıldığını
da müjdelemiş oluyordu.
O gün öğleye doğru Hz. Peygamber, aldığı
ilâhi bir emir gereği müslümanlara derhal bir ilan yaptırarak bu savaşta müşriklerle bir olup, kendilerini
arkadan vuran Benu Kurayzaya karşı savaşmak üzere şu emri verdi: "Kim dinler ve itaat ediyorsa, ikindi
namazını Benû Kurayza önlerinden başka yerde kılmasın" Bu emri alan müslümanlar derhal hareket ederek
bu yahudi belasını da ortadan kaldırdılar, (bk. Benû Kurayza Savaşı). (İbn Hişam,
a.g.e. II. 233-34).
KURAYZAOĞULLARI VE ONLARLA SAVAŞ
Kurayzaoğullari Medine'de yaşamış
bir Yahudi kabilesidir.
Resûlullah (s.a.s.) Medine'ye hicret ettiği
zaman Yahudiler, küçük nüfus toplulukları halinde Suriye'den güneyde Yemen ve Umman bölgelerine kadar yerleşik halde
yaşıyorlardı. Fakat onların en kuvvetli oldukları yer Hayber bölgesiydi. Aynı insan kitlesi
Medine (Yesrib)'de de mevcuttu. Ancak anlaşıldığına göre bunlar, daha ziyade bir göz yumma ve müsamaha
sayesinde buralarda barınmaktaydılar. Zira Hz. Peygamber'in Medine'de yürürlüğe koyduğu anayasada, insan
unsurunu tayin ve tesbit eden maddeler, Yahudileri, meydana gelen konfederasyonun müstakil ve otonom kabile toplulukları
değil, Evs veya Hazrec gibi çeşitli Arap kabilelerine mensup, onların himayesine sığınmış
insan toplulukları olarak tavsif edip göstermektedir (M. Hamidullah, Rasûlüllah Muhammed, Terc. Salih Tuğ, İstanbul
1973 s.174; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s.31-40 vd.).
Bunlar üç ana kümeden ibarettiler: Kaynukalılar,
Nadîrliler ve Kurayzalılar. Fakat bunların arasında kan davaları bulunduğundan, ayrıca kendi
dost ve müttefikleri arasında da bölünmüşlerdi. Bunlardan Kaynukaoğulları Hazrec'in müttefiki, Nadîroğulları
ile Kurayzaoğulları ise Evs'in müttefiki idiler (İbn Hişam, es-Sıretü'n-Nebeviyye, Nesr. M.es-Sekâ,
İ.el-Ebyârî, A.eş-Şiblı, Mısır 1375/ 1955, l, 540).
Evslilerle Hazrecliler arasında savaş
olduğu zaman, Kaynukaoğulları, Hazrecle; Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları, Evsle beraber
çıkar ve her grup, kardeşlerine karşı, kendi müttefiklerine yardım ederler ve karşılıklı
olarak birbirlerinin kanlarını dökerlerdi. Halbuki Tevrat ellerindeydi ve içinde (gerek lehlerinde gerekse aleyhlerinde)
ne yazılı olduğunu biliyorlardı. Evs ve Hazrec ise müşriktiler; putlara tapıyorlar, ne Cennet
ne Cehennem, ne ölümden sonra dirilme, ne kıyamet, ne kitab, ne helal ne de haram tanıyorlardı (İbn Hişam,
a.g.e., II, 540).
Savaş sona erince, biribirlerinden aldıkları
esirleri, gûya Tevrat'a uyarak fidye karşılığında serbest bırakıyorlardı. Kaynukalılar;
Evslilerin elinde olan esirlerini, fidye vererek serbest bıraktırdıkları gibi, Nadîroğulları
ve Kurayzaoğulları da, Hazreclilerin elinde bulunan esirlerini fidye ödeyerek bıraktırırlardı.
Müşriklere yardım etmek için döktükleri kanlara ve aralarında öldürülenlere karşılık kısas
uygulamazlardı. Cenab-ı Allah, bu tutumlarından dolayı onları şöyle azarlamaktadır:
"Bir zaman sonra siz, o kimseler oldunuz ki, artık
birbirinizi öldürmeye aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarmaya, kötülük ve düşmanlıkta onlara
karşı birleşmeye başladınız. Eğer onlar size esir olarak getirilirlerse onlar (fidye karşılığında)
esirlikten çıkarmak size haram kılınmışken, esir mübadelesi yapıyordunuz" (el-Bakara, 2/85).
Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman, müslümanlarla
müslüman olmayanlar arasında genel bir antlaşma ve mukavele yapmıştı. Bu mukavele hükümleri arasında;
Yahudilerin de Mü'minlerle bir topluluk teşkil ettikleri kabul olunmakta, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in izni olmadıkça
kendilerinin herhangi bir askerî harekâtta bulunamayacakları, ne Kureyşlileri ne de onlara yardım edenleri
hiçbir şekilde korumayacakları, Medine'ye bir saldırı olduğunda elbirliğiyle müdafaada bulunacakları
hükmü yer almakta, bu sırada Medine'de yaşayan Kurayzaoğulları da aynı hükme dahil edilmekteydi.
Nadîroğulları ile Kurayzaoğulları,
aynı müşrik kabîlenin müttefikleri oldukları halde, Nadîroğulları Yahudileri kendilerini, soydaşları
Kurayzadan üstün tutarlardı. Bir Kurayzalı, Nadîrden birini öldürecek olsa tam diyet ödemeye mecbur tutulduğu
halde; bir Nadûli Kurayzadan birini öldürdüğünde yarım diyet öderdi. Böyle bir dönemde Nadîroğullarından
biri bir Kurayzalıyı öldürmüş her iki taraf Peygamberimize müracaat ederek aralarında hüküm vermesini
istemişlerdi. Aşağıdaki âyet bunun iizerine nâzil olmuştur:
"Eğer sana gelirlerse ister aralarında
hükmet, istersen onlardan yüz çevir (kendi hallerine bırak). Onlardan yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Şayet
aralarında hükmedersen adaletle hükmet" (el-Mâide, 5/42).
Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), her iki cemaatı
eşit muameleye tabi tutmak suretiyle aradaki imtiyazı kaldırmış, Kurayzalıları, Nadîrlilerin
seviyesine yükseltmiştir (İbn Hişam, a.g.e., II, 566).
Ne var ki, Kurayzaoğulları nankörlük
ederek, Rasûlüllah ile olan muahadeyi bozan ve O'na karşı savaşa kalkışan Nadîrlilere katıldılar.
Peygamberimiz, Nadîroğulları Yahudilerini muhasara ederek yurtlarından sürüp çıkardığı
halde Kurayzaoğulları Yahudilerini affetti. Yeni bir muahede ile onları yerlerinde bıraktı (Buhârî,
Meğâzî, 14; Müslim, Cihad ve Siyer, 20).
Buna rağmen Kurayzaoğulları Yahudileri
sinsi düşmanlıklarını sürdürmüşler; Hendek kuşatması sırasında Nadîroğullarına
ait casuslar, onları müşriklerle işbirliği yapmaya tahrik ve teşvik etmiş, onlar da bu propagandaya
kapılarak şehrin savunma planlarını boşa çıkaracak şekilde içerden harekete geçmişlerdi.
Fakat Cenab-ı Allah, kâfirlerin tuzağını boşa çıkarmış, Müslümanları bunların
şerrinden korumuştu (el-Vakidî, el-Meğâzî, Kahire 1367/1948, s.290).
İslâm düşmanları, Hendek muhasarasını
kaldırıp gidince Resûlullah (s.a.s), evine gelerek silahlarını çıkarıp yerine koymuş ve
yıkanmıştı. Bu arada Cibrîl (a.s.) Peygamber (s.a.s)'e geldi ve:
"Sen silahını çıkarmışsın!
Vallahi biz melekler henüz silahlarımızı çıkarmadık. Haydi onlara doğru yola çık ! " dedi.
Peygamber: "Nereye?" diye sorunca; Cibrîl, Kurayzaoğulları yurdunu işaret ederek: "İşte şuraya"
dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s), Kurayzaoğullarına doğru hareket etti (Buhârı, Meğâzî, 32).
Enes İbn Malik der ki; "Resûlullah (s.a.s)
Kurayzaoğullarına sefer ettiğinde, Cibril'in melek alayının Ganmaoğulları sokağından
geçtikleri sırada yükselen tozunu bugün bile hâla görür gibiyim" (Buhârî, Meğazî, 32; İbn Sa'd, Tabakât, II,
76).
Hz. Peygamber (s.a.s), ordusuyla Kurayzaoğulları
yurduna varıp onları kuşatma altına aldı. Kuşatma yirmi beş gece sürdü. Kurayzaoğulları
muhasaranın gittikçe uzamasından ve şiddetlenmesinden dolayı büyük bir sıkıntıya düştüler;
teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar. Resûlullah (s.a.s)'e, kendileri hakkında
hüküm vermek ve onun vereceği hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayinini istediler. Peygamber de; "Ashabımdan
istediğiniz kimseyi hakem seciniz" dedi. Bunun üzerine Sa'd İbn Muaz'ı hakem seçtiler (İbn Hişam,
a.g.e., III, 239; Buhârî, Cihad, 32; Taberî, Tarih, Nşr. Muhammed Ebu'l-Fadı İbrahim, Beyrut II, 592).
Resûlullah (s.a.s), bunlar hakkında hüküm
vermesini Sa'd İbn Muâz'a havale etti. Sa'd da:
"Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum:
Bunların savaşanları öldürülsün, kadınları ve çocukları esir edilsin, malları da taksim
olunsun" dedi (Buhârî, Cihâd, 32; Taberî, a.g.e., II, 592).
Hz. Peygamber (s.a.s), onları Medine'de bir
evde hapsettikten sonra, hendekler kazdırmış ve eli silah tutan erkeklerin boynunu vurdurmuş, kadınlarını,
çocuklarını ve mallarını da müslümanlar arasında taksim etmiştir (İbn Hişam, a.g.e.,
III, 240, 244).
Cenab-ı Allah, bu hususu Kur'ân-ı Mubîninde
şöyle dile getirir:
"Allah, Kitap ehlinden kâfirleri destekleyenleri
kalelerinden indirmiş, kalblerine korku salmıştı; onların kimini öldürüyor kimini de esîr ediyordunuz"
(el-Ahzâb, 33/26).
"Yerlerini, yurtlarını, mallarını
ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah
her şeye kâdirdir" (el-Ahzâb, 33/27; Ayrıca İbn Hişam; a.g.e., III, 250; M. Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur'ân Dili, VI, 3886).
HUDEYBİYE BARIŞI
Hz. Peygamber ve ashabının Kabe'yi ziyaret
maksadıyla Mekke'ye gitmek istemeleri ve bunun müşrikler tarafında engellenmesi üzerine çıkan olaylardan
sonra müslümanlarla müşrikler arasında yapılan anlaşma. Allah Rasûlü'nün hicretinin üzerinden mücadeleler
ve savaşlarla dolu altı yıl geçmişti. Hem muhacirler, hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp
tutuşuyorlardı.
Allah'ın elçisi, bu yılın Zilkade
ayının başında bütün ashabın özlemlerine beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya
gördü. Rüyasında ashabı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe'yi ziyaret ediyordu. Rasûlullah'ın ashaba anlattığı
rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine'ye.
Hz. Peygamber bu genel coşku üzerine, Kâbe'yi
ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hattâ İslam'ı kabul etmeyen kabileleri bile kendileriyle
birlikte hac yapmaya çağırdı.
Hazırlıkların tamamlanmasından
sonra, Zilkade'nin ilk Pazartesi günü (13 Mart 628) bin dörtyüz kişi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket etti. Niyetinin
barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka
savaş silahı almamışlardı. Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve Umre için niyet
ettiler. Yanlarında Mekke'de kurban edilmek üzere sabin alman yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlık olduğu
belli olacak biçimde nişanlanmıştı.
Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed'in hareketini
öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun, Rasûlullah'ın Mekke'ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar.
Rasûlullah'ın Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel olmak üzere de Halid bin Velid komutasında ikiyüz
atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler.
Bu arada Hz. Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmişti.
Devesi burada kendiliğinden çöktü ve bütün çabalara rağmen kaldırılamadı. Bunun üzerine çeşitli
fikirler ileri sürenlere karşılık Allah Rasûlü,"Filin Mekke'ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti"
diyerek herkesin inmesini emretti.
Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin
durumu anlama ve umreyi gerçekleştirebilme konusunu görüşmek için Hz. Osman (r.a)'ı Mekke'ye gönderdi. Hz.
Osman (r.a) kiminle görüştü ise, umre yapmanın mümkün olmadığını anladı. Zira müşrikler,
müslümanların Mekke'ye girişini kendileri için büyük bir zillet sayıyorlar ve bütün Arap dünyasının
gözünden düşecekleri şeklinde yorumluyorlardı. Bundan dolayı umre hiç mümkün gözükmüyordu.
Bu arada Hz. Osman (r.a)'nın tutuklandığı
ve öldürüldüğü haberi yayıldı. Bu haber üzerine peygamber Efendimiz, bütün mü'minlerden "ölüm" üzere bey'at
aldı. Ashab-ı Kirâm'ın ölüm için yarışırcasına bey'at etmelerini müşriklerin casusları
da görüyorlardı. Bu durumu süratli bir şekilde Mekke'ye bildirdiler.
Sahabenin bey'atını bildiren âyet-i
kerime'de şöyle buyurulur: "Sana bey'at edenler gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların
ellerin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona
büyük bir mükafat verecektir" (el-Feth, 48/10) ve "Allah şu mü'minlerden razı olmuştur ki, onlar ağacın
altında sana bey'at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindekini bildiği için onların üzerine huzur
ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah
üstündür, hikmet sahibidir" (el-Fetih, 48/18-19) âyetleri bu olayı anlatmakta ve Cenab-ı Hakk'ın biat edenlerden
razı olduğunu bildirmektedir. Bu âyetlerden dolayı, bu beyata, razılık biatı anlamında
"Biatü'r-Rıdvân" ve Hz. Peygamberin altında oturduğu ağaca da razılık ağacı anlamında
"Şeceretü'r-Rıdvân" adı verilmiştir. Kısa bir aradan sonra Hz. Osman (r.a)'la ilgili ölüm haberinin
asılsız olduğu anlaşılmıştır.
Bu arada karşılıklı elçiler
gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu. Müşrikler müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini
açıkça söylüyorlardı. Hz. Peygamber ise "Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik. Amacımız Kâbe'yi
ziyarettir, Umre yapmaktır. Kureyşliler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla
bir anlaşma, bir sure için barış anlaşması yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde
Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım" diyerek barış öneriyordu.
Allah Rasûlü'nün kararlılığı
yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar. Amr oğlu Süheyl'i kendileri adına bir anlaşma
yapmak üzere gönderdiler.
Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden
sonra anlaşma şartlarını tesbit ettiler. Buna göre;
1-Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle
savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı .
2- Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaretten
vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç
gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı.
3- Mekke'den birisi müslüman olarak Medine'ye
sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti.
4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma
yapmakta serbest olacaklardı.
Hudeybiye andlaşmasının bütün şartları
görünüşte müslümanların aleyhine idi. Bu nedenle müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına
uğradılar. Bu andlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler.
"Sen Allah'ın Rasûlü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?" diyen Hz.
Ömer'in sözleri, müslümanların genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilişinden başka bir şey
değildi. Fakat şüphesiz Allah ve Rasulü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin zillet olduğunu
daha iyi bilirdi.
Allah Rasûlünün kurbanlarını kesip başlarını
tıraş etmeleri isteği yankısız kaldı. Büyük bir üzüntü ile çadırına girdi. Sonra mü'minlerin
annesi Ümmü Seleme hazretlerinin tavsiyesi üzerine kendi kurbanını kesti ve tıraş oldu. Bunun üzerine
bütün müslümanlar yarışırcasına kurbanlarını kesip tıraş oldular.
Hudeybiye'de ondokuz gün kalındıktan
sonra Medine'ye doğru yola çıkıldı. Yolda, "Biz sana apaçık bir fetih verdik. Bununla Allah senin
geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacak ve sana olan nimetini tamamlayacak ve seni doğru
bir yola iletecek. Allah sana şanlı bir zafer verecek" (el-Fetih, 48/1,2) âyetleriyle başlayan Fetih Sûresi
nazil oldu.
Şanı yüce Allah, Hudeybiye barışını
bir "Feth-i Mübin" (apaçık bir fetih) olarak niteliyordu. Gerçekten de bunun böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından
anlaşıldı. Hudeybiye'yi Hayber gibi, Mekke'nin fethi gibi zaferler izledi.
Hudeybiye andlaşmasının en önemli
yanlarından veya sonuçlarından birisi hiç kuşkusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine
İslam toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi. Hatta müslümanları kökten yok etmek amacıyla
Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı. İşte
bu andlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu resmen tanınmış oluyorlardı. Bu
durum İslam'ın kabileler arasından büyük bir önem kazanmasına neden oldu.
Andlaşmadan önce müslümanlarla müşrikler
arasında hemen hiç bir ilişki yoktu. Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi ilişkiler
canlandı. Hz. Peygamber istediği yerde İslam'ı rahatça tebliğ etme imkanına kavuştu. Bu
nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasında İslam'ı kabul edenler hızla arttı. Öyle ki,
Hudeybiye ile Mekke'nin fethi arasında geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, Hudeybiye'den
önceki ondokuz yıl boyunca müslüman olanların iki katına ulaşmıştı.
Andlaşma maddelerinden müslümanları
en çok üzenlerden birisi, Mekke'den kaçan müslümanların iade edilmesi hakkındaki madde idi. Daha andlaşma imzalanır
imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebu Cendel'in, "Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere işkencelere
uğramıştım. Beni tekrar aynı işkencelere atmak mı istiyorsunuz? Beni yine müşriklere
mi teslim edeceksiniz?" çığlıklarına rağmen antlaşma gereğince Kureyş adına andlaşmayı
yapan müşrik Amr oğlu Süheyl'e teslim edilmesi, müslümanları gözyaşları içinde bırakmıştı
.
Süheyl b. Amr, oğlu Ebû Cendel'i çeke çeke
Kureyşlilerin yanına götürdü. Müslümanlar, onun feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar
(Vâkıdî, Meğâzı, ll, 608'den naklen Asım Köksal, İslâm Tarihi, Vl, 204). Hz. Muhammed (s.a.s), Ebû
Cendel'i şu sözleriyle teselli ediyordu: "Ey Ebû Cendel, şu toplulukla aramızda yazılan barış
yazısı tamamlandı. Sen biraz sabret, katlan, yüce Allah'tan da bunun ecrini dile. şüphesiz Allah, senin
ve senin yanında bulunan zayıf mü'minler için bir genişlik ve çıkar yol ihsan edecektir. Biz onlara Allah'ın
ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz verdiler. Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak
bize yaraşmaz" (Asım Köksal, a.g.e, Vl, 204). Hz. Ömer, bu geri çevirmenin dış görünüşüne bakarak
çok üzülmüş, din için bu kadar hakarete katlanmanın sebebini anlayamadığını söylemişti.
Mekke'ye girip, Beytullah'ı ziyaret etmeyi uman sahabe bu gerçekleşmediği gibi Hudeybiye Andlaşması
gibi aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı .
Mekke'den kaçan fakat Medine'ye kabul edilmeyen
müslümanlar Mekke Şam kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları üçyüze
ulaşan müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureyş'in
kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı. Kureyş müşrikleri
bu durum karşısında müslümanları Mekke'de tutmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini,
gerçekten iman etmiş bir mü'mini hapsetmenin serbest bırakmaktan daha zararlı olduğunu anladılar
ve ilgili maddenin andlaşmadan çıkarılması için başvurdular. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselam isteklerini
kabul ederek İs'teki müslümanları Medine'ye çağırdı.
Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının
göründüğü gibi kötü bir anlaşma olmadığını, tersine müslümanlara zafer kapılarını
açan bir "feth-i mübin" olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
HAYBER GAZVESİ
Hz. Peygamber'in hicretin 7. yılında
fethettiği, Şam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 150 km. kuzeyinde Yahûdilerin oturduğu bir yerleşim merkezi.
Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burası aynı zamanda hurma ve tahıl merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardır.
Bunlar Nâim, Kamûs, Şık, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (İbn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz. Peygamber
Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karşı müşriklerle ittifak halinde olmaları ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin
burada toplanmasından dolayı Hudeybiye musalahasından sonra Hayber'i fethetmek üze re hazırlıklara
başladı (Vakıdî, Kitabü'l Meğazî, II, 441-442, İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)
Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada
rağbet edenlerin katılmasını emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yı vekil bıraktı. Eşi
Ümmü Seleme'yi yanına alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çıkarken; "Biz buranın hayrını isteriz"
buyurmuştur. Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasına karargahım kurdu.
Sabaha kadar burada bekledi (İbn Hişâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlıların Hayber'e yardımını
engellemek için burada konaklamış bulunuyordu. Hayberliler sabaha kadar, müslümanların gelişinden haberdar
olmamışlardı. Sabahleyin kalelerinin kapısını açtıklarında; "Muhammed gelmiş
ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes günleri olduğu için cumartesi günü
muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (İbn Sa'd, et-Tabakat, II,106).
Müslümanların bu muharebede beyaz renkli sancağını da Hz. Ali taşıyordu. Bu gazvede müslümanların
kullandıkları parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'ın galip kıldığı müslüman asker
öldür öldür' idi (İbn Sa ıt, II,106, İbn Hişâm, III, 347).
Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile başladı.
Burada Mahmûd b. Mesleme atılan taşla şehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra, Vatîh, Sülâlim,
Şık, Netah ve Ketîba kaleleri alındı. Bu kalelerin ele geçirilmesinde şiddetli çarpışmalar
oldu. Müslümanlardan yirmi beş kişi şehid olurken, Yahûdilerin kaybı doksan üç kişi oldu. Hayber'in
ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardeşi öldürüldü (İbn Sa'd, II, 107).
Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldılar.
Ancak Hayber halkı esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah da bunu kâbul etti. Yahûdilerin
ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'ın kızı Safiyye de esirler arasında idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin
yanına dönmeyi teklif ettiği halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e eş olmayı tercih etti. Hz.
Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile evlenmişti. İlk gece, gördüğü bir rüyayı Kinâne'ye
anlatmış O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmuştu da, gözü morarmıştı.
Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendiği zaman hâlâ bu morluğun izi vardı. Nitekim Rasûlullah'ın bunu sorması
üzerine eşi de bu hadiseyi ona anlatmıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)
Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a
zehirli bir koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldı, ancak yutmadan koyunun zehirli olduğunu bildirdi.
Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve şöyle dedi:
"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir,
eğer hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz." Ancak Bişr b. Berâ bundan aldığı lokma ile zehirlenerek
vefat etti. Bunun üzerine kadın Bişr'e kısas olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastalığında dahi
Hayber'de aldığı bu lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,
II, 222).
Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarının
korunması, çoluk ve çocuklarının serbest bırakılması şartıyla Hayber'den çekilip gitmeyi
ve topraklarını, altın ve gümüşlerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarını teslim etmeyi,
hiç bir şey saklamayacaklarını kabul etmek şartıyla Hz. Peygamber ile sulh andlaşması yaptılar.
Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabı arasında taksim etmişlerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz toprağı
işlemeyi ve hurma yetiştirmeyi biliriz, bizi yerimizde bırak" demeleri üzerine Hz. Peygamber, onları kendi
mülklerinde yarıcı olarak çalışmalarına ve orada kalmalarına izin vermiştir (el-Belâzürî,
Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre çoluk ve çocukları bağışlanmış,
araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrılması suretiyle onlara bırakılmıştı. Buna mukabil
hiç bir mal saklanmaksızın teslim edilecekti. İşte Kinâne b. Rabi' bu andlaşma hükümlerine uymadığı,
iâdesi gereken malları sakladığı ve Mahmûd b. Mesleme'nin ölümüne sebep olduğu için öldürülmüştür
(İbn Hişâm III, 351). Ayrıca yapılan bu andlaşmaya göre Rasûlullah onları Hayber'den istediği
zaman çıkaracaktı (Ebû Dâvûd, Harâc, 24).
Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra
da Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanına kadar belirlenen usûl ile yancı olarak orada kalmaya devam ettiler. Bu arazilerin
gelirlerin toplamak işi ile, Hz. Abdullah b. Ravâha görevlendirilmişti. Ancak Hz. Ömer zamanında aralarında
zinânın çoğalması, müslümanlara kârşı iyi davranmamaları, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a suikast
girişiminde bulunmaları ve müslümanların Hayber toprağını işletecek duruma gelmeleri üzerine
yahûdiler Hayber'den Şam'a sürülmüşlerdir (el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber
mad.) Yahûdilerin Hayber'den çıkarılmalarına Rasûlullah'ın "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacağına
dâir" hadisinin de sebep olduğu rivayet edilmektedir (İmâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; İbn Hanbel, Müsned
VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri Hayber'den çıkardıktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'ın taksim
ettiği ashaba ve ailelerine dağıtmıştır.
HAZRETİ PEYGAMBERIN ELÇİLERi
Hudeybiyeden dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber
olarak gönderilen son peygamber Hazreti peygamber tarafindan , Islam dinine davet icin etraftaki hükümdarlara gönderilmek
üzere , Hicretin Yedinci senesi Muharrem ayında altı tane mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre Itimat ettiklerinden,
gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine ”Muhammed Rasulullah” diye Kazıtıldı.
Yazılan mektuplara bastırıldı.Her Mektubu götürmek icin birer elçi seçildi ve gönderildi.
Necaşi, Yani Habeş Sultanı Bahr oglu Ashama ya
Amr bin Umeyye gönderildi
Necaşi Amr bin Umeyye ye layik olduğu ikrami yapmiş
ve gereken hürmeti göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmustur.
Rum Kayseri de Hazreti Muhammedin Mektubunu saygili bir sekilde
eline alip yüzüne sürmüs ve Dihye `ye pek cok hürmet edip bir cok hediyeler vermistir.
Cünkü Rum Kayseri ile Iran Kisrasi arasinda bir süredir sert
carpismalar oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriyeyi almis ve bütün Arabistani benimsemisti. Iranlilar Müsrik oldugundan,
bütün Ehl-i Kitabin düsmani idiler. Rumlar ise Ehli Kitab olan Hiristiyan dininde bulunuyorlardi.Iranlilarin Rumlara üstün
gelmesinden dolayi Kureys Müsrikleri sevinmisler müslümanlar ise üzülmüslerdi.
Yemame Hükümdari Hevze`ye Selit Amiri gönderilmisti. Hevze Mektubu
alip okudugunda eger Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim demis Peygamberimiz ise "Ya Rabbi sen onun
hakkindan gel "diyerek dua etti ve kisa bir zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüstür.
Gassan Hükümdarina Şuca Esedı (r.a)gönderılmiş
Gassan Hükümdarı Ebu Şimr Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve ‘’İşte
ben onun üzerıne ordu gönderiyorum ‘diyerek kötü muamelede bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi duyunca ‘
Memleketi yok olsun’ diyerek beddua etmiş, çok geçmeden Haris , küfür üzere ölerek cehennemi boylamişti.
Iran Kisrasi Husrev Perhiz’e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti.
Hüsrev Perhiz Rasulullahin Mektubunu Hiddetlenerek yirtip atti ve emrindekilere ‘’Şu hicaz tarafinda peygamberlik
davasi güden adami bana gönderin’’ diye emretmiş fakat çok kisa bir süre sonra oda oglunun baskinina ugrayip
öbür dünyayi boylamiştir.
MUTE SAVAŞI
Islâm devletinin Medine'de kurulmasindan sonra Müslümanlarla
Rumlar arasinda yapilan ilk savaş. Mûte, Şam bölgesine giren Belka yakinlarinda bir yerin adidir. Hz. Peygamber,
Ashabtan Hâris b. Umeyr (r.a)'i Busra (Havran) Emiri Şurahbil b. Amr el-Gassânî'ye Islâm'a davet mektubunu sunmak üzere
yollamiş, ama bu sahabi Gassanile tarafindan şehid edilmişti. Halbuki; "elçiye zeval yoktur" anlayişi
geregince düşman ülkeler bile birbirlerinin elçilerine dokunmazlardi. Hz. Peygamber, ashabina çok düşkündü, onlardan
birinin başina bir sikinti geldi mi ondan çok rahatsiz olurdu. Bu sebeple ashabindan birinin küstahça öldürülüşüne
seyirci kalamazdi. Hemen 3000 kişilik bir ordu hazirladi. Ordunun kumandani Zeyd b: Hârise idi. Şayet bu zât şehid
düşerse yerine Cafer b. Ebi Talib, o da şehid düşerse Abdullah b. Revâha geçecekti. Düşman önce Islâm'a
davet edilecekti, kabul etmez ve cizyeye de razi olmazsa Islâm elçisini öldüren bu cânilerle savaşilacakti. Peygamberimiz
(s.a.s) orduyu Seniyyetü'l-Veda'ya kadar yürüyüp ugurladi.
Halid b. Velid gibi yüksek askerî bir deha ve üstün strateji
bilgisine sahip bir kimse de bu savaşa bir nefer olarak katilmiştir. H.8/M.629 yilinda Islâm ordusu Medine'den çikip
Mûte'ye ulaştiginda karşilarinda Bizans'in desteginde Hristiyan Araplardan oluşan 100.000 kişilik bir
ordu bulmuşlardi. Islâm ordusunun kumandanlari meseleyi tartiştilar; geri dönmek, Hz. Peygamber'e haberci yollamak
hususlarini görüştüler. Ancak savaş görüşü agir basmiş ve iki ordu karşilaşmişti. Zeyd.
b. Hârise (r.a) şehit düşünce, sancagi, Cafer aldi Ca'fer'in sag eli kesildi; bu sefer sancagi sol eliyle tuttu.
Sol eli de kesilince sancagi yine birakmadi; kesik iki elinin kalan kisimlariyla sikiştirarak gögsü arasinda tuttu. Nihayet
o da şehid düştü. Bundan sonra sevgili Peygamberimizin emrine uyularak sancagi, Sahabenin şâirlerinden Abdullah
b. Revâha aldi; o da şiirler söyleyerek harbetti ve şehâdet şerbetini içti. Işte bu sirada askerde genel
bir çöküntü dogmak üzereydi ki, askerin hemen hepsinin istegi üzerine Hâlid b. Velid kumandayi ve sancagi eline aldi. O gün
akşama kadar savaş yapildiktan sonra Halid, ertesi sabaha kadar sag kanatta bulunan müslüman askerleri sol kanada,
sol kanattakileri sag kanada, arkadakileri öne ve öndekileri arkaya alarak yerlerinde degişiklik yapti. Böylece düşmana
yeni destek kuvvetleri geliyormuş izlenimini vermek istiyordu. Bir yandan da Islâm ordusunu kesin hezimete ugramaktan
ve bütünüyle kiliçtan geçirilmekten korumak için yavaş yavaş geriye çekiliyordu. Hatta ric'atten evvelki bir hücumunda
Hâlid, düşmana bir hayli kayip verdirmiş ve bol ganimet de elde etmişti. Işte bu şekilde Islâm ordusunu
Medine'ye sag-saglim geri getirdi. Peygamber Efendimiz bu savaşi Medine'de, oldugu gibi görmüş ve her safhasini
minberden müslümanlara anlatmişti. Sira ile kumandanlarin şehadetini anlattiktan sonra sira Hâlid'e gelince "En
sonunda sancagi Allah'in kiliçlarindan bir kiliç aldi " buyurmuş ve bundan sonra Halid b. Velid'e "Seyfullah" lakabi
verilmişti. Hâlid b. Velid diyor ki: "Mûte Savaşinda elimde dokuz kiliç parçalandi." Bu ifadeden Mûte Savaşinin
ne kadar şiddetli geçtigini anliyoruz.
Bu savaşa katilmiş bulunan Abdullah b. Ömer diyor
ki: "Mute günü ben Ca'fer'i şehid edilmiş olarak gördüm. Onun vücudunda süngü ve kiliç darbesiyle elli yara saydim.
Bu elli yaradan hiç biri arkasinda degildi. "Bundan Ca'fer b. Ebu Talib'in ne kadar korkusuzca ve sanki arkasina hiç dönmeden
düşmanla savaşmiş oldugu anlaşilmaktadir. Ca'fer şehit olduktan sonra "Ca'fer-i Tayyar: Uçan Ca'fer"
diye anilmiştir. Allah yolunda kesilen iki koluna karşilik Cenab-i hak ona iki kanat ihsan etmiştir ki, bu;
onun mânen yüce mertebelere eriştirildigine işarettir denilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), bütün ashabini ayirdetmeksizin
çok severdi. Bu üç şehid kumandani ve Habeşistan muhacirlerinden amcasinin oglu Ca'fer'i de çok severdi. Bir süre,
şehitlerin ardindan agladi. Bu; sevgi, şefkat, merhametin eseri olan aglamakti, yoksa feryat degildi. Nitekim feryat
tarzindaki aglama haberleri kendisine ulaşinca böyle aglamaktan müslümanlari yasakladi. Peygamber Efendimiz şehitlerin
ve bu arada amcasinin oglu Ca'fer'in ailesini de teselli etmişti.
MEKKENIN FETHI
Hudeybiye andlaşmasina göre Huzaa kabilesi, Resulullaha,Bekirogullari
kabileside Kureyş kabilesi himayesine girmişdi.Fakat Bekirogullari kabilesi ansizin Kureyşlilerden Saffan bin
Umeyye,Ikrime bin Ebu Cehil, Süheyl bin Amr, Huveytib bin Abduluzza, Mükrez oglu Hafz ve bir kisim kureyşli müşriklerle
Huzaa kabilesi üzerine saldirmişlar ve onlardan 23 kişiyi öldürmüşlerdi.Bunun üzerine Huzaa kabilesinden Amr
bin Salim Huzai 40 kişilik toplulukla peygamberimize geldiler ve olayi Resulullaha anlattilar. Resulullah Kureyşlilere,
ya bu saldirida öldürülen 23 kişinin diyetinin ödenmesini yada Kureyşlilerin Bekirogullarinin himayesini birakmasini
istedi. Kureyşli Müşrikler bunlari da kabul etmediler.Fakat yinede anlaşmayi bozduklari için içlerini korku
bürüdü. Ve tekrar anlaşma yapmalari için Ebu Süfyan-i Medineye yolladilar. Ebu Süfyan Peygamberimizden ve Sahabilerden
Eman dilediysede kabul görmedi ve mekkeye eli boş olarak döndü.Peygamberimiz büyük bir ordu hazirlayarak gizlice Mekke
şehrini kuşatti. Aniden basilan Mekkeli Müşrikler neye ugradiklarini şaşirmişlar ve savaş
hazirligini bile yapamamişlardi. On ikibin kişilik büyük islam ordusu hiç bir büyük olaya karişmadan kolayca
Mekke şehrini fethetmişlerdir.Hicretin sekizinci yilinda Resulullah (s.a.s.)'e boyun egen Mekke, bu tarihten sonra
yeni bir dönemi yaşamaya başladi. Allah Teâlâ'nin mübarek kildigi, Islâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten,
putperestlikten ve bütün diger hurafelerden arindirilmiş yeni bir hayata kavuştu. Daha önce bagimsiz bir şehir
devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da degişmişti. Mekke, ihtiyaçlarini temin edebilmek
için ihtiyaç duydugu yogun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bagimli degildi. Zira, Islâm devleti elde ettigi gelirleri ihtiyaç
olan yerlere adil bir şekilde taksim ettigi için Mekke'nin ihtiyaç duydugu her şey Islâm devleti eliyle saglaniyordu.
Ayrica eski ticarî faaliyetler, Mekke için artik hayatî olma özelligini yitirmişti. Mekke, Hac zamanlarinda çok degişik
bir manevî atmosfer altinda hareketli ve canli günler yaşiyordu. Bu zaman zarfinda çok yogun bir ticarî faaliyeti de
sahne oldu. Ayrica Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanlarin kalplerinde yaşattiklari ve oraya ulaşip, Hac ibadetini
yerine getirmek için büyük fedakârliklari göze aldiklari bir manevî şehir olma özelligini kiyamete kadar sürdürecektir.
HUNEYN SAVAŞI
(Şevval, 8. H/630 M.)
Mekke'nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin
Müşrikleri arasinda meydana gelen savaş.
Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'nin fethi için Medine'den
ayrıldığı zaman, nereye gideceğini açıklamamıştı. Rasûlüllah'ın Havazin
kabilesi kendi üzerlerine gelebileceği endişesiyle savaş hazırlıkları yapmıştı.
Müslümanlar Mekke üzerine yürüyüp orayı fethedince, Havazin kabilesi artık sıranın kendilerine geldiğini
anladılar ve savaş hazırlıklarını tamamlayıp kendilerinin saldırmalarının
daha uygun olacağını hesapladılar. Rasûlüllah bütün Arabistan'ı tevhid bayrağı altında
birleştirmek kararında olduğu için, müslümanlarla müşriklerin er veya geç çatışmaları kaçınılmazdı.
Havazinliler; Taifli Sakifoğulları ve
diğer müşrik Arap kabileleri ile ittifak kurarak kısa bir zaman içinde yirmibin kişilik bir ordu hazırlamışlardı.
Havazinlilerin lideri Mâlik bin Avf, bu savaşın bir ölüm kalım savaşı olduğunun farkında
idi. Askerlerinin bütün güçleriyle savaşmasını sağlamak için kabilesinin bütün çocuklarını,
kadınlarını ve mallarını birlikte getirmişti. Bu hareketiyle, bir yenilginin onlar için top
yekûn yok olma anlamı taşıyacağını herkese anlatmak istiyordu.
Rasûlüllah (s.a.s), müşrik kabilelerin bu
ittifaklarını ve savaş hazırlıklarını haber alır almaz derhal savaş hazırlıklarına
başladı. Hazırlıkları süratle tamamladıktan sonra 12.000 kişilik bir orduyla Mekke'den
çıktı. İslâm ordusunun dörtbini Ensardan, bini Muhacirlerden, beşbini müslüman olan Arap kabilelerinden,
ikibini de Mekkelilerden oluşuyordu. Hatta Seksen kadar Mekkeli müşrik de onlarla birlikte idi. Müşriklerin
başlıca amacı, galibiyet halinde ganimetten pay almak ve müslümanların durumlarını görmekti.
İslâm ordusu muntazam bir yürüyüşle
Huneyn civarına geldi. İslâm ordusunun böylesine büyük bir kuvvetle savaşa çıkması müslüman savaşçılar
üzerinde son derece büyük bir etki uyandırdı. Hatta içlerinden bazıları işi kibir noktasına
kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla yenilemeyeceğini düşündüler. Bunu Rasûlüllah'a açıkça söyleyenler
bile oldu. Rasûl aleyhisselam bu sözlerden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ordu ne kadar büyük ve kuvvetli olursa olsun,
gurur ve ihmal yüzünden darma dağın olabilirdi. Müslümanları şimdiye kadar zafere ulaştıran
sayıları ve kuvvetleri değil, Allah'a olan imanları ve Allah'ın yardımı idi. Bunu unutmak,
kulluk bilincinin zedelenmesine ve her zaman felâketlere neden olmuştu.
Mâlik bin Avf, ordusuyla Huneyn'e daha önce gelmişti.
Huneyn, Mekke ile Tâif arasında, Tihame bölgesinde birçok inişli çıkışlı, dar geçitleri ve gizli
yolları olan geniş bir vâdidir. Mâlik, vadinin doğal durumundan yararlanarak ordusunu pusuya yatırdı.
Rasûlüllah Huneyn civarına gelince bir yoklama
yaparak İslâm ordusuna savaş düzeni aldırdı. Öğütler vererek çarpışmaya teşvik etti;
sadakat ve bağlılık gösterirler, güçlüklere göğüs gererek dayanırlarsa zafere ulaşacaklarını
müjdeledi.
İslâm ordusunun öncü süvârî birliğinin
kumandanı Halid b. Velid idi. Ordu Huneyn vadisine doğru hareket etti. Halid b. Velid gururlu bir şekilde,
düşmanın pusu kurması ihtimalini hiç hesaplamaksızın düşmanın işgal ettiği tahmin
edilen yere doğru ilerledi. Fakat hiç ummadıkları bir anda müthiş bir saldırıya uğradılar.
Askerler ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu ani ve amansız saldırı, Halid b. Velid'in
komuta ettiği Süleymoğulları atlıları arasında büyük bir bozguna yol açtı. Geriye dönüp
hızla kaçmaya başladılar. Korku ve panik bir anda asıl ordu içinde de yayıldı. Ordu şaşkın
bir vaziyette kaçışmaya başladı.
Yirmi yıldır çetin mücadelelerle elde
edilen parlak sonuç, şimdi, bu sabahın alaca karanlığında bir anda sönüp gidecek miydi? Hayır.
Allah, Rasûlünü bırakmaz, dünya yine şirkin karanlığına dönemez, tevhid dini sönmezdi. Ufuktan güneş
doğmadan, sabahın alaca karanlığında, İslâm'ın güneşi batamazdı. Yalnız
Allah'ın emir buyurduğu üzere sabretmek, dayanmak gerekiyordu.
Rasûlüllah da öyle yaptı. Yanında sadece
Hz. Ali, Hz. Abbas, amcası Haris'in oğlu, Ebu Süfyan ve iki oğlu (ki birisi ilk anda şehid olmuştur)
Fazl ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd (Rasûlüllah'ın azadlısı Ümmü Eymen'in oğlu) ve Üsame İbn Zeyd'den
oluşan sekiz kişi kalmıştı. Buna rağmen büyük bir kahramanlık ve dayanaklılık
örneği göstererek yanında kalan bir avuç müslümanla birlikte savaşa koyuldu. Hz. Abbas, Rasûlüllah (s.a.s)'e
bir zarar gelmemesi için atının dizgininden tutmuş, çevrelerini saran düşmanı yarmaya çalışıyordu.
Bu arada, bazı Mekkeliler müslümanların
dağılışını görünce, sevinç duygularını gizlemeye bile gerek görmeden kalblerinde bulunanı
dile getiriyorlardı. Çantasında taşıdığı fal oklarıyla savaşa gelen Ebu Süfyan
b. Harb, "artık onların bu bozgunları denize varıncaya kadar sürer. Andolsun ki Havazinliler onları
yener" derken, Safvan b. Ümeyye'nin sözde müslüman olan kardeşi Kelede, "Muhammed ile ashabının bozguna uğradıklarım
müjdelerim; artık bugün sihir bozuldu" diyordu. Uhud'da öldürülen Kureyş'in sancaktarı Osman ibn Ebi Talha'nın
oğlu Şeybe ise, "Bugün Muhammed'den intikam alıyorum" diye bağırıyor, fırsattan istifade
ederek Rasûl aleyhisselâmı öldürmenin yollarım arıyordu.
Savaşın kargaşası içinde Rasûlüllah
vadinin sağ tarafına doğru çekildi. Câbir'den yapılan bir rivâyete göre Rasûlüllah (s.a.s) kaçışan
müslümanlara, "Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Rasûlüllahım, Ben Muhammed b. Abdullah'ım" diye sesleniyordu.
Fakat develer birbirine giriyor, insanlar alabildiğine kaçışıyordu. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselâm yanındaki
Hz. Abbas'tan müslümanları çağırmasını istedi. Hz. Abbas yüksek sesle "Ey Akabe'de biat eden Ensar,
gelin! Ey Rıdvan ağacı altında bey'at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır! Nereye
gidiyorsunuz?" diye bağırmaya başladı. Bu çağrıyı duyanlar "lebbeyk" diyerek koşup
Rasûlüllah'ın çevresinde toplanmaya başladılar.
Rasûlüllah (s.a.s), çevresinde toplanan müslümanları
muntazam bir birlik haline getirerek düşmana karşı saldırıya geçti. Çarpışmanın olağanüstü
bir şiddet kazandığı sırada "İşte ocak şimdi kızıştı" buyuran
Rasûlüllah, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlattı.
Çarpışma şiddetle sürerken Hz.
Ali büyük bir fedâkarlık ve teslimiyet örneği göstererek Havazin kabilesinin sancaktarını öldürmeye muvaffak
oldu. Bu olay müslümanların savaş güç ve isteklerini bir kat daha artırdı. Savaş öylesine şiddet
kazanmıştı ki, düşman bu kesin taarruza karşı koyamayarak hezimete uğradı ve kaçmaya
başladı.
Allah'ın yardımı bir kere daha
yetişmişti. Allah müslümanları sınamış, bir anlık gafletlerinin sonucunu onlara acı
bir şekilde göstermişti. Bu savaştan sonra nazil olan bir âyette bu durum şöyle dile getirilmektedir:
"Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası olmadığı,
yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanızı döndüğünüz Huneyn gününde
yardım etmişti" (et-Tevbe, 9/25).
Rasûlüllah (s.a.s) düşmanın kaçmaya
başladığını görür görmez derhal takip edilmesini emir buyurdu. Düşman gayet şiddetli bir
şekilde takip edilmeyle başlandı. Havazin kabilesi reisi Mâlik bin Avf yanında az bir kuvvet olduğu
halde yüksek bir tepe üzerinden ordusunun geri çekilmesini himaye etmeye çalıştı. Fakat ordu ile birlikte getirdiği
kadın ve çocukları savunma başarısını gösteremedi.
Bu savaşta müslümanlar düşmandan çok
sayıda esir ve ganimet elde ettiler. Savaşta öldürülmüş olanların miktarı sayıldığında
İslâm ordusunun beş şehid, düşman ordusunun ise yetmiş kayıp verdiği anlaşıldı.
Düşman ordusu dağınık biçimde
ve değişik yönlerde geri çekildiği için birçok kollara ayrıldı. Bir kısmı Mâlik bin Avf
komutasında oldukları halde Mekke-Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kısmı Batn-ı Nahle'ye,
bir kısmı da Evtâs taraflarına gittiler.
Rasûlüllah Evtâs yönünde kaçanları izlemek
üzere bir birlik görevlendirdi. Bu birlik düşmana Mekke'nin kuzey doğusunda bulunan Evtâs'a vardı. Aralarında
son derece kanlı bir savaş oldu. Hatta savaş sırasında müslüman birliğin komutanı Ebu Amr
şehid oldu. Fakat onun yerine geçen kardeşi Ebu Mûsâ el-Eş'arî düşman kesin bir yenilgiye uğrattı.
Rasûlüllah (s.a.s) bu zaferden son derece büyük
bir memnunluk duydu. Elde edilen ganimeti münasib bir zamanda müslüman savaşçılar arasında taksim etmek üzere
bir sahabenin muhafazasına bırakan Taif` kalesine sığınan düşmanı takiben Taif'e doğru
hareket etti. Huneyn savaşıyla Arap yarımadasının Şirkten temizlenmesi ve tevhidin hakim kılınması
yolunda önemli bir adım daha atılmış oluyordu .
HAYBER GAZVESİ
Hz. Peygamber'in hicretin 7. yılında
fethettiği, Şam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 150 km. kuzeyinde Yahûdilerin oturduğu bir yerleşim merkezi.
Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burası aynı zamanda hurma ve tahıl merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardır.
Bunlar Nâim, Kamûs, Şık, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (İbn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz. Peygamber
Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karşı müşriklerle ittifak halinde olmaları ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin
burada toplanmasından dolayı Hudeybiye musalahasından sonra Hayber'i fethetmek üze re hazırlıklara
başladı (Vakıdî, Kitabü'l Meğazî, II, 441-442, İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)
Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada
rağbet edenlerin katılmasını emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yı vekil bıraktı. Eşi
Ümmü Seleme'yi yanına alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çıkarken; "Biz buranın hayrını isteriz"
buyurmuştur. Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasına karargahım kurdu.
Sabaha kadar burada bekledi (İbn Hişâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlıların Hayber'e yardımını
engellemek için burada konaklamış bulunuyordu. Hayberliler sabaha kadar, müslümanların gelişinden haberdar
olmamışlardı. Sabahleyin kalelerinin kapısını açtıklarında; "Muhammed gelmiş
ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes günleri olduğu için cumartesi günü
muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (İbn Sa'd, et-Tabakat, II,106).
Müslümanların bu muharebede beyaz renkli sancağını da Hz. Ali taşıyordu. Bu gazvede müslümanların
kullandıkları parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'ın galip kıldığı müslüman asker
öldür öldür' idi (İbn Sa ıt, II,106, İbn Hişâm, III, 347).
Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile başladı.
Burada Mahmûd b. Mesleme atılan taşla şehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra, Vatîh, Sülâlim,
Şık, Netah ve Ketîba kaleleri alındı. Bu kalelerin ele geçirilmesinde şiddetli çarpışmalar
oldu. Müslümanlardan yirmi beş kişi şehid olurken, Yahûdilerin kaybı doksan üç kişi oldu. Hayber'in
ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardeşi öldürüldü (İbn Sa'd, II, 107).
Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldılar.
Ancak Hayber halkı esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah da bunu kâbul etti. Yahûdilerin
ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'ın kızı Safiyye de esirler arasında idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin
yanına dönmeyi teklif ettiği halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e eş olmayı tercih etti. Hz.
Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile evlenmişti. İlk gece, gördüğü bir rüyayı Kinâne'ye
anlatmış O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmuştu da, gözü morarmıştı.
Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendiği zaman hâlâ bu morluğun izi vardı. Nitekim Rasûlullah'ın bunu sorması
üzerine eşi de bu hadiseyi ona anlatmıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)
Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a
zehirli bir koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldı, ancak yutmadan koyunun zehirli olduğunu bildirdi.
Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve şöyle dedi:
"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir,
eğer hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz." Ancak Bişr b. Berâ bundan aldığı lokma ile zehirlenerek
vefat etti. Bunun üzerine kadın Bişr'e kısas olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastalığında dahi
Hayber'de aldığı bu lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,
II, 222).
Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarının
korunması, çoluk ve çocuklarının serbest bırakılması şartıyla Hayber'den çekilip gitmeyi
ve topraklarını, altın ve gümüşlerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarını teslim etmeyi,
hiç bir şey saklamayacaklarını kabul etmek şartıyla Hz. Peygamber ile sulh andlaşması yaptılar.
Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabı arasında taksim etmişlerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz toprağı
işlemeyi ve hurma yetiştirmeyi biliriz, bizi yerimizde bırak" demeleri üzerine Hz. Peygamber, onları kendi
mülklerinde yarıcı olarak çalışmalarına ve orada kalmalarına izin vermiştir (el-Belâzürî,
Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre çoluk ve çocukları bağışlanmış,
araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrılması suretiyle onlara bırakılmıştı. Buna mukabil
hiç bir mal saklanmaksızın teslim edilecekti. İşte Kinâne b. Rabi' bu andlaşma hükümlerine uymadığı,
iâdesi gereken malları sakladığı ve Mahmûd b. Mesleme'nin ölümüne sebep olduğu için öldürülmüştür
(İbn Hişâm III, 351). Ayrıca yapılan bu andlaşmaya göre Rasûlullah onları Hayber'den istediği
zaman çıkaracaktı (Ebû Dâvûd, Harâc, 24).
Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra
da Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanına kadar belirlenen usûl ile yancı olarak orada kalmaya devam ettiler. Bu arazilerin
gelirlerin toplamak işi ile, Hz. Abdullah b. Ravâha görevlendirilmişti. Ancak Hz. Ömer zamanında aralarında
zinânın çoğalması, müslümanlara kârşı iyi davranmamaları, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a suikast
girişiminde bulunmaları ve müslümanların Hayber toprağını işletecek duruma gelmeleri üzerine
yahûdiler Hayber'den Şam'a sürülmüşlerdir (el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber
mad.) Yahûdilerin Hayber'den çıkarılmalarına Rasûlullah'ın "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacağına
dâir" hadisinin de sebep olduğu rivayet edilmektedir (İmâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; İbn Hanbel, Müsned
VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri Hayber'den çıkardıktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'ın taksim
ettiği ashaba ve ailelerine dağıtmıştır.
TEBÜK SEFERİ
Hz. Peygamber'in Hicretin dokuzuncu yılında,
Şam'da toplanan kırkbin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine'den Tebük'e
kadar sevkettiği en son ve en güçlü askerî hareket.
Tebük arap yarımadasının kuzeyinde
Medine ile Şam'ın ortasında bir yerin adıdır. Suyu ve hurmalığı olan bir yerdir. Bu
savaş yolculuğunun son ucu burası olduğu için "Tebük Gazası" adı ile anılmıştır.
Bu seferde savaş olmamış fakat en güçlü bir İslâm ordusu techiz edilmiş, böylece askerî ve siyasî
açıdan önemli bir zafer kazanılmıştır.
Seferin nedeni: Bizans İmparatoru Heraklius'a
bir mektup yazan Suriye'li hristiyanlar, Muhammed'in öldüğünü, müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde
perişan olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, onları kendi dinine katmanın tam zamanı
bulunduğunu bildirdiler (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 191). Bunun üzerine Heraklius silahlandırdığı
kırk bin kişilik askeri bir gücü Kubad'ın komutası altında yola çıkardı. Cüzam, Lahm, Gassân
ve Âmile adını taşıyan arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecek!eri haberi Medine'ye ulaştı.
Zaten Allah'ın elçisi kuzey sınırından güvende değildi. Böyle bir askerî harekât hazırlığını
öğrenince genel seferberlik ilân etti. Allah'ın Resulu diğer gazvelerde genellikle seferin nereye olacağını
gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karşı bir sefer düzenleneceğini açıklamıştı. Çünkü
gidilecek yer uzak, havalar sıcak ve kurak, düşman güçlü idi. Ordunun buna göre hazırlık yapması
gerekiyordu. Mekke'den ve diğer arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler çıkarılmıştı.
Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık
ve güçlü düşman unsurları bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Bu yüzden seferin rastladığı
zamana Kur'an-ı Kerim'de "Sâatü'l-usre" (güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur'an dilinden alınarak
"Gazvetü'l usre (zorluk gazâsı)" adı verilmiştir. Bu sefere katılan orduya da "Ceyşü'l-usre (Güçlük
ordusu)" denilmiştir (bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Şerh, Kamil Miras, 6. Baskı,
Ankara 1983, X, 408, 409; İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkıdî,
Meğâzî, III, 991).
Hz. Peygamber savaş için hazırlık
yapılmasını emrettiği zaman mevsimin olumsuzlukları, ürünün hasat zamanı oluşu ve insanların
yazın sıcağında ağaç gölgesinde oturmayı sevmesi yüzünden, böyle sıkıntılı
bir yolculuğa isteksizlik vardı. Ashab-ı kiramın ağır davranması dikkati çekmişti.
Bu yüzden Allah'u Teâlâ müminleri şöyle uyardı:
"Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda
cihata çıkın, denildiğinde, bazılarınız ağırdan alarak, bulunduğunuz yerden kımıldamak
istemiyorsunuz? Yoksa siz ahireti bırakıp, sadeœ dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dünya
hayatının geçici zevki ahiret saadeti yanında pek az ve değersizdir" (et-Tevbe, 9/38). Devamı ayetlerde,
eğer bu cihata çıkmazlarsa can yakıcı bir azapla karşılaşacakları, bunun zararının
Allah'a değil kendilerine olacağı, Allah'ın Resulune yardım etmeseler bile, Allah'ın O'na yardım
edeceğini, nitekim Mekke'den hicret ederken de Resulullah'a yardım edildiği, mağarada da o, arkadaşına;
"üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu, böylece Allah'ın Resulune emniyet ve güven verdiği, şimdi de aynı
yardımı yapabileceğini bildirdi (et-Tevbe, 9/39, 40).
İİslâm toplumu su ayetle topluca cihata
çağrıldı: "Ey müminler! Güçlünüz zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda
mallarınızla canlarınızla cihat edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır"
(et-Tevbe, 9/41).
SAHABENIN ORDUYA YARDIMLARI:
Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve "Allahım!
Sen şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde sana ibadet olunmaz"
diyerek yalvarır ve müminleri mallarıyla ve canlarıyla cihata teşvik ederdi. Bunun üzerine servet sahibi
müminler orduya yardım getirmeye başladılar.
Hz. Ömer bu sefere dörtbin dirhem gümüş para
(beş dirhem yaklaşık bir koyun bedeli) getirmiş ve Hz. Peygamber'in "Geride ne bıraktın?" sorusuna
"malımın yarısını" diye cevap vermiştir (İbn Esîr, Üsdü'l-Gâbe, III, 326-327; M. Asım
Köksal, İslâm Tarihi, 2. baskı, İstanbul, t.y., IX, 156, 157). Hz. Ebû Bekir de dörtbin dirhem getirince, Allah
elçisinin "Aile fertleri için ne bıraktın?" sorusuna; "Onlara Allah ve Resulunü bıraktım" diye cevap verince,
bunu işiten Hz. Ömer hayır yarışında Ebû Bekir'i geçemeyeceğini belirterek ağlamıştır
(Vakıdî, Meğâzî, III, 991; İbnü'l-Esîr a.g.e., III, 327).
Abdurrahman b. Avf da sekizbin dirhem sermayesinin
yarısını getirince Allah elçisi; "Allah senin getirip verdiğini de, ev halkın için ayırdığını
da bereketlendirsin" (Vâkîdî, Meğâzî, III, 991; Taberî, Tefsir, X, 197) diye dua etmiştir.
Hz. Osman ise ordunun techizinde en büyük yardımı
yapmıştı. O, üçyüz deve, yüz at bağışlamış, ayrıca bin altın lirayı
Resulullah'ın kucağına dökünce, Allah elçisi; "Ey Allah'ım! Ben Osman'dan râzıyım, sen de razı
ol” diye dua etmiş ve Osman'in bundan sonra olmuş olacak şeylerden bir sorumlulugunun bulunmayacagini
bildirmiştir (bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 75; Vâkidî, a.g.e., III, 991; Ibn Ishak, Ibn Hişâm, Sîre, IV, 161). Ayrica
Hz. Osman'in birer altin sarfi ile onbin askeri techiz ettigi, su içtikleri kaplarin agiz baglarina ve aski iplerine kadar
saglanmadik ihtiyaçlarinin birakmadigi nakledilmiştir. (Vâkidî, Megâzî, III, 991; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşraf, 1, 368).
Malî durumu zayif olanlar da ellerinden gelen
yardimi yapiyorlardi. Hz. Peygamber; "Kim bugün bir sadaka verirse sadakasi kiyamet günü Allah katinda onun lehine şahitlikte
bulunacaktir" buyurunca, bir adam başina sardigi sarigi vermiş, siyah, hor görünüşlü bir yoksul da çok güzel
bir deveyi bagişlayip gitmişti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karşiliginda sabaha kadar su çekmiş, bir ölçegini
ev ihtiyaci için ayirmiş, bir ölçegini de orduya bagişlamişti. Hz. Peygamber onun için de hayir ve bereketle
dua etti (Taberî, Tefsir, X, 194, 195). Başka bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise mali, mülkü, biniti olmadigi için cihata hiçbir
katkisi olamayişindan çok üzgündü. Gece namazindan sonra Allah'a niyazda bulundu, imkânlarinin olmayişindan yakindi.
Ertesi gün sikilarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir meta'i Hz. Peygamber'e getirdi. Bu da sadakalara kariştirildi.
Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve şöyle buyurdu: "Muhammed'in varligi, kudreti elinde
bulunan Allah 'a yemin ederim ki, sen sadakasi kabul olunanlarin Divan'ina yazildin" (Ibn Kayyim, Zâdu'l-Meâd, Misir 1390/1970,
III, 4; Vâkidî, a.g.e., III, 994; Ibn Hacer, el-Isâbe, II, 500).
Kadinlar da ellerinden gelen yardimi yapmaktan
geri durmuyorlardi. Ümmü Sinan el-Eslemiyye şöyle anlatir: "Hz. Âîşe'nin evinde Resulullah (s.a.s)'in önüne serilmiş
bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarini baglayacak bir takim
kayişlarla, kadinlar tarafindan gönderilen ve savaşta işe yarayabilecek bir takim şeyler bulunuyordu"
(Vâkidî, Megâzî, III, 991, 992).
Tebük Seferi ve Münafiklar:
Münafiklar müminleri başariya götürebilecek
her önemli işte oldugu gibi gerek Tebük gazvesi hazirliklari ve gerekse yolculuk sirasinda bozgunculuk yapmaktan geri
durmadilar.
Münafiklarin başi Abdullah b. Ubey b. Selül;
"Muhammed Roma devletini oyuncak mi saniyor? Onun ashabiyla birlikte yakalanip esir olacaklarini gözümle görmüş gibi
biliyorum" diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalişiyordu (Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberlerin Kissalari ve
Halifelerin Tarihleri, Istanbul 1977, I, 206).
Münafiklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadigi
halde Tebük seferine katilmamak için Hz. Peygamber'den izin istediler. Allah'in Resulu seksenden fazla münafiga izin verdi.
Kimi münafiklar da ganimet almak için Tebük ordusuna katilmiş ve gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri durmamişlardir
(Ibn Ishak, Ibn Hişam, Sîre, 160 vd.; Taberî, Tarih, III, 142 vd.; Vâkidî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 9/66).
Orduya özürsüz katilmayan münafiklarla ilgili
çeşitli ayetler indi. Bazilari şunlardir: "Onlardan bazisi peygambere: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme"
diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine düşmüşlerdir. Şüphesiz cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşaticidir"
(et-Tevbe, 9/49). "Cihatdan geri kalanlar, Allah'in Resulune muhalefet ederek oturup kalmalarina sevindiler. Allah yolunda
mallariyla canlariyla cihat etmeyi hoş görmediler. "Bu sicakta savaşa çikmayin " dediler. De ki: "Cehennem ateşi
daha sicaktir". Keşke bilseydiler. Yaptiklarinin cezasi olarak, artik az gülsünler çok aglasinlar" (et-Tevbe, 9/81, 82;
ayrica bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 90, 93-96).
YAHUDI SÜVEYLIM 'IN EVININ YAKILMASI:
Münafiklardan bazi kişilerin Yahudi Süheylim'in
Casum mevkiindeki evinde toplanip, Tebük gazasina çikacak halki Hz. Peygamber'in etrafindan dagitmak üzere toplandiklari haber
alindi.
Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah'i
(ö. 36/656) bazi sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim'in evini ateşe vererek üzerlerine yikmasini emretti. Emir
yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin damindan atlayinca ayagi kirildi. Ibn Übeyrik ve arkadaşlari ise damdan atlayip
kaçtilar (Ibn Ishak, Ibn Hişâm, Sîre, IV, 160; Diyarbekri, Hâmis, II, 124).
IHMALCILIK YÜZÜNDEN SEFERE KATILMAYAN MÜSLÜMANLAR:
Mümin olduklari halde ihmalcilik yüzünden sefere
katilamayanlar da olmuştu. Bunlar: Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ümeyye (r. anhüm) idi.
Kâ'b b. Mâlik; Akabe'de Hz. Peygamber'e bey'at
etmiş, Bedir dişinda tüm gazalara katilmişti. Tebük seferine katilmak için her türlü imkâna sahip oldugu halde
sirf ihmalciligi nedeniyle bu gazaya katilamadigini şöyle belirtmiştir: "Hz. Peygamber bu gaza için hazirlanmaya
başladilar. Ben de onlarla birlikte yol hazirligini görmek üzere sabahleyin evden çikip dolaşir, hiç bir iş
görmeden akşam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime; hazirlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü
gitti. Sonunda Resulullah ve ashabi birden yola çikiverdiler" (Vâkidî, Megazî, III, 997, 998).
Diger iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmişler
ve sefere katilmamişlardi. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldi ve dünya kendilerine dar geldi. Onlarin bu
sikintisi Kur'an-i Kerîm'de şöyle açiklanir: "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti.
Bütün genişligine ragmen yeryüzünün kendilerine dar geldigi, ruhlari son derece sikildigi, Allah'tan başka bir siginak
olmadigini anladiklari zaman tövbe etsinler diye, Allah onlari bagişlamişti. Şüphesiz ki, Allah, tövbeleri
çok kabul eden ve çok merhametli olandir" (et-Tevbe, 9/118).
ÖZÜR NEDENIYLE SEFERE KATILAMAYANLARIN ECRE ORTAK
OLUŞU:
Ashab-i kiramdan meşrû özürleri yüzünden
Tebük gazvesine katılamayanların, katılan askerlerin kazandığı tüm ecre ortak oldukları
hadis-i şerifle sabittir.
Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayete göre Hz. Peygamber
Tebük seferi sırasında şöyle buyurmuştur: "Medine'de bir topluluk kalmıştır ki, biz bir
dağ yolunda, bir vadide her yürüyüşümüzde, onlar da bizimle birliktedirler. Ashap: Yâ Resulullah, onlar nasıl
bizimle birlikte olur?" diye sorunca da; "Onları burada bulunmaktan (hastalık, gücü yetmemek gibi) meşrû özürleri
menetmiştir" (Buhârî, Cihâd, 140, Temennî, 9, Menâkıbu'l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136; Tirmizî,
Menâkıb, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 300)
TEBÜK'E BÜYÜK YOLCULUĞA İMKÂN BULAMAYANLARIN
AĞLAYIŞI:
Varlıklı sahabelerin yardımı
ile ihtiyaçlı gaziler techiz ediliyor, fakat sayı çok fazla olduğu için bu yardım da yetişmiyordu.
İslâm tarihinde "ağlayanlar" diye anılan yedi kişi Resulullah (s.a.s)'a gelerek, bu gazveye katılmak
istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadığını bildirdiler. Hz. Peygamber'in kendilerine binit
kalmadığını söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bunlar Salim b. Umeyr,
Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, Irbâd b. Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Muğaffel ve Ma'kıl
b. Yesâr veya Amr b. Gunme (r. anhüm)'dür. Onların bu hali Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilir: "Cihada çıkabilmek
için binek vermen için sana geldikleri vakit: "Size verecek bir binit bulamıyorum" dediğinde, savaş araç ve
gereçleri bulamadıklarını üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur" (et-Tevbe,
9/92).
Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine İbn
Yamin, ikisine Hz. Abbas b. Abdilmuttalib, üçüne de Hz. Osman binit sağlamıştır (İbn İshak,
İbn Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkıdî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143).
TEBÜK YOLCULUĞUNUN BAŞLAMASI:
Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük gazasını
Medîne'den Hicretin 9. yılı Recep ayında perşembe günü çıkmıştı. Çünkü O, cihada perşembe
günü çıkmayı severdi. Bu, Resulullah (s.a.s)'ın sonuncu gazası oldu.
Medine'de vekil bırakılan Hz. Ali için
münafıkların "Muhammed, Ali'yi onda görüp hoşlanmadığı bir şey için geri bırakmıştır"
gibi dedikodular yapması üzerine, Hz. Ali silahlanıp Cürf mevkiinde Hz. Peygamber'e yetişti. Resulullah'ın
geliş nedenini sorması üzerine hakkındaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; "Onlar yalan söylemişlerdir.
Ben seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Hemen geri dön, gerek benim ev halkım ve gerekse senin
ev halkın içinde vekilim ol. Sen bana göre, Musa'ya göre Harun'un durumunda olmak istemez misin? Ancak benden sonra Peygamber
gelmeyecektir" dedi. Hz. Ali; "Ey Allah'ın elçisi öyledir" diye cevap verdi ve Medîne'ye geri döndü" (İbn İshak,
İbn Hişâm, Sîre, IV, 163, İbn Sa'd, Tabakât, III, 24 25, Taberî, Tarih, III, 144, İbnü'lEsîr, el-Kâmil,
Beyrut 1385/1965, II, 278).
Hz. Peygamber'in komutasındaki onbin kişilik
İslâm ordusu Medine'den Tebük'e kadar onsekiz yerde konakladı, ondokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu. Bu konaklama
yerlerinde namaz kılınan yerler günümüzde de adlarıyla mescit olarak bilinmektedir. Zülhuşub, Feyfâ, Zülmerve,
Rak'a ve Vâdilkurâ mescidleri gibi .
Yolculuk sırasında ve konaklama yerlerinde
pek çok ibretli ve hikmetli olaylar vuku buldu. Allah'ın elçisi yol boyunca öğütlerini sürdürdü. Bunlardan bazıları
şunlardır:
1) Sekizinci konaklama yeri olan Hicr'da olanlar:
Hicr, Semûd kavminin yaşayıp helâk olduğu
yerdir. Salih Peygambere isyan eden bu topluluğu Yüce Allah korkunç bir haykırışla helâk etmişti
(bk. el-A'râf, 7/73-9; el-Hicr, 15/80-84; eş-Şuarâ, 26/141-159; Hûd, 11/61-68; en-Neml, 27/45-53). Hz. Peygamber
bu kavmin mucizeleri gördükleri halde peygamberlerine karşı gelmelerini açıkladı ve bu yerden hızlı
geçilmesini emir buyurdu.
Hicr kuyularından alınan suları
döktürdü ve bununla hazırlanan ekmek hamurlarının develere yedirilmesini emir buyurdu (Vâkıdî, Megâzî,
III, 1008; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asım Köksal, a.g.e., IX, 185 vd.). Böyle hüzünlü bir beldeye neş'eyle girilmesini,
Hıcr'da oturan halkla temas etmemelerini emir buyurdu (Vâkıdî, Meğâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, V, 231).
Allah elçisi, Hicr'da gece şiddetli kasırganın
kopacağını, bu yüzden kimsenin yanında arkadaşı olmaksızın dışarı çıkmamasını
ve develerin dizlerinin bağlanmasını bildirdi. Kasırga çıktı ve uyarıya uymayan iki kişiden
birisi nefes darlığına uğradı, diğerini fırtına sürükledi.
Mücahitler Hicr'da sabahlayınca şiddetli
susuzlukla karşılaştılar. Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir'in yağmur duası yapmasını
istemesi üzerine, ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Daha ellerini indirmeden yağmur yağmaya
başlamıştı (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 165; Taberî, Tefsîr, XI, 55; Tarih, III,
144). Bunun üzerine daha önce; "Muhammed hak peygamber olsaydı, Musa peygamber'in Allah'tan yağmur istediği
ve yağdırdığı gibi, O da yağmur ister ve yağdırırdı" diyerek dedikodu yapan
münâfıklar seslerini kesmişlerdi.
Hz. Peygamber'in devesi "Kasvâ"ın kaybolması:
Bir konaklama yerinde Resulullah (s.a.s)'in devesi
Kasvâ kaybolmuş ve aramalara rağmen bulunamamıştı. Benî Kaynuka Yahudilerinden müslüman olan Zeyd
b. Lusayt adlı münafık; "Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed bugün
kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor" diyerek müminlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu. Bunu haber
alan Resulullah (s.a.s), Cebrail (a.s) haber vermesi üzerine devenin bulunduğu yeri ve ipinin bir dala takılı
bulunduğunu bildirdi ve "Allah'a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir şeyi Allah bana bildirmedikçe bilemem" buyurdu.
Gerçekten o yana giden sahabiler deveyi bulup getirdiler (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 166, 167; Vâkıdî,
a.g.e., III, 1010).
Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah
kalbindeki Hz. Muhammed'in peygamberliği konusundaki şüphelerinin yok olduğunu söylemiştir (Vâkıdî,
Megâzî, III, 1010). Bazıları onun tövbe ettiğini söylerken Hârice b. Zeyd gibi bazı sahabiler de onun
tövbe ettiğini kabul etmemişlerdir (İbn İshak, İbn Hişâm, IV, 167;Vâkıdî, a.g.e., III,
1010).
Abdurrahman b. Avf'ın imam oluşu:
Hicr'le Tebük arasında bir konaklama yerinde
tan yeri ağardıktan sonra Allah elçisi ihtiyacını gidermek için uzak bir yere gitmişti. Cemaat güneşin
doğmasından korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)'ı öne geçirdiler. Hz. Peygamber abdest alıp dönünce Abdurrahman
rukû'da idi. Cemaat Resulullah'ın geldiğini anlayınca neredeyse namazı bozacaklardı. Abdurrahman
da imamlıktan çekilmek istedi. Fakat Resulullah (s.a.s)'in işareti ile namaza devam etti. Allah elçisi bir rekâtı
imamla, bir rekâtı da selãmdan sonra ayağa kalkarak tek başına kıldı. Namaz bitince de; "Güzel
yaptınız" buyurdu (Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkıdî, Megâzî, III, 1011).
Abdestte tek yıkama ve mestlere meshetme:
Avf b. Mâlik'ten rivayete göre, Hz. Peygamber
Tebük seferi sırasında yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün bir gece süreyle
meshedilmesini emir buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 27). Hz. Ömer'in bildirdiğine göre abdest alınırken
abdest azaları birer defa yıkanmakla yetinilmiştir (Ahmed b. Hanbel, 1, 23).
Vaktinde kılınamayıp kaza edilen sabah namazı:
Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldırılmamış
ve sabah namazı vakti çıkıp güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Resulullah (a.s) Bilâl'e: "Ben
sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandır" demedim mi?" buyurdu. Bilâl: "Seni uyutan beni de uyuttu" dedi. Hz.
Peygamber o yerden kalkıp biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra da farzı kaza etti (Vâkıdî, Megâzî, III,
1015, 1016).
Hz. Peygamber'in Tebük'te ashabı ile istişare etmesi:
Tebük'e geldikten sonra Şam üzerine yürünüp
yürünmemesi konusunda Allah elçisi ashabı ile istişare etti. Hz. Ömer: "Eğer gitmekle emrolundun ise git" dedi.
Hz. Peygamber: "Eğer bu konuda Allah tarafından emrolunmuş bulunsaydım, size danışmazdım"
buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Resulu orada Rumlar çok fazladır, müslümanlardan tek kişi bile
yoktur, senin bu derece yakına gelmen onları korkutmuştur. Uygun bulursanız bu yıl buradan geri dönülsün
veya yüce Allah bu konudaki buyruğunu bildirir" Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük'ten ileri geçmedi (İbn İshak,
İbn Hişâm, Sîre; IV, 170; İbn Sa'd, Tabakâl, II, 166; Vâkidî, a.g.e., III, 1019).
Diğer peygamberlere verilmeyip yalnız Hz. Muhammed'e
verilen beş haslet:
Hz. Peygamber Tebük'te gece namazını
(teheccud) çadırının önünde kıldığı bir gece, yanına gelen sahabilerle sohbet ederken
şöyle buyurmuştur: "Benden önceki peygamberlerden hiç birisine verilmeyen şu beş şey bana verilmişti:
a- Önceki peygamberler yalnız bir kavme gönderilmişken,
ben bütün insanlara gönderildim.
b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik aracı
kılındı. Bu yüzden namaz vakti nerede olursa teyemmüm edip namazımı kılarım. Önceki ümmetler
ise ibadetlerini ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi.
c- Savaş ganimetleri bana helal kılındı.
Halbuki önceki peygamberlere helâl kılınmamıştı.
d- Bana şefaat makamı verildi.
e- Ben bir aylık uzak yerdeki düşmanın
kalbine korku salmakla yardım olundum" (bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât,
24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; İbn Mâce, Tahâre, 90; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel,
I, 250, 301, II, 222, 240, 250, 312; Vâkıdî, Megâzî, III, 1021 vd .).
Hz. Peygambere ve ümmetine ayrıcalık
sağlayan bu niteliklerin Bizans'a karşı yapılan böyle büyük bir harekât sırasında açıklanması
şu noktaları akla getirmektedir.
Çevrede en güçlü olarak bilinen Doğu Roma
imparatorluğuna karşı durabilecek bir güce sahip olan İslâm topluluğu, yakında bu yöreleri ele
geçirecek ve rum diyarı İslâm'a girecek, böylece arap toplumları dışına çıkan İslâm
evrensellik özelliğine kavuşacaktır .
İslâm ordusu yolculuk sırasında
günlerce çeşitli yer ve mevkilerde, arz üzerinde farz ve nafile namazları kılmış ve böylece ibadetin
yalnız mescidlerde yapılabileceği imajı yerine namaza evrensel bir mescid anlayışı kazandırılmıştır.
Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiğinde teyemmümle yetinmenin uygulamaları yapılmıştır.
Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrası
elde edilecek ganimetlerin beşte biri beytülmalin, beşte dördü de gazilerin hakkı olmak üzere meşrû kılınmıştır.
Bu da savaşlarda ayrı bir teşvik unsurudur (bk. "Ganimet" mad .).
Çevrede bir aylık uzak yerde bulunan düşman
o gün için Doğu Roma İmparatorluğu ve bunların başkanı Heraklius olmalıdır. İmparatorun
ve askerlerinin kalbine korku düştüğü için Hicaz'a saldırıp yakıp yıkmak üzere yola çıktıkları
halde bu cesareti gösterememişlerdir. Güçlü İslâm ordusunun hazırlıklı, düzenli ve her çeşit
savaş rizikosunu göze alarak Tebük'e kadar gelmesi, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine
çevirmiştir. Böylece düşman için, savaş olmasa bile güç hazırlamayı emreden ayetin hükmü gerçekleşmiştir
.
Ayette şöyle buyrulur: "Onlara karşı
gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı
ve sizin düşmanınızı ve daha bundan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği
diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı
size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız" (el-Enfâl, 8/60).
Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada
Halid b. Velid'i dört yüz atlı ile bir hristiyan topluluk olan Dûmetülcendel'in kralı Ükeydir b. Abdilmelik üzerine
gönderdi. Dûmetülcendel Şam yolu üzerinde Tebük'e yakın, sulu, hurma ve ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi
idi. Halid b. Velid az sayıda bir askerle bilmedikleri bir yörede kralı nasıl bulacaklarını sorunca,
Allah elçisi onu "yabanî sığır avlarken bulup yakalayacağını" haber verdi.
Gerçekten Halid ve arkadaşları kaleye
yaklaştıkları sırada normal kırsal kesimde az rastlanan bir yaban sığırının
kale kapısına yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yukarıdan Ükeydir ve ailesi de bu semiz hayvanı
görmüşlerdi. Ükeydir silahlanıp birkaç adamı ile birlikte sığırı avlamak üzere kaleden
dışarı çıkınca da onu yakaladılar ve elleri bağlı olarak kalenin önüne getirdiler
.
Orada Halid'le Ükeydir arasında yapılan
anlaşmaya göre, Ükeydir Müslümanlara: İki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh gömlek, dört yüz mızrak
vermek ve Ükeydir ile kardeşi Mudad Hz. Peygamber'e kadar götürülüp haklarında Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh
oldular. Bundan sonra kaleye girilerek belirlenen ganimet malları teslim alındı (bk. Vâkıdî a.g.e., III,
1027, 1034; İbn İshak, İbn Hişam, Sire, IV, 169 vd; İbn Sa'd, Tabakât, II, 62, 166).
Eyle, Ezruh ve Cerba Melikleri ile Sulh Anlaşması
Yapılması:
Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada
Kızıldeniz'in kuzeyinde ve Akabe körfezinin sonunda deniz sahilindeki Eyle hükümdarı Yuhanna b. Ru'be, gelerek
yıllık belirli miktarda cizye vermek üzere kendisi ile sulh anlaşması yaptı. Hz. Peygamber Yuhanna'ya
şu ahitnameyi yazılı olarak verdi.
"Bismillahirrahmânirrahîm . Bu, Allah ve Peygamberi
Muhammed'den Yuhanna b. Ru'be ile Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezen, dolaşanları
için eman yazısıdır: Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz sahili halkından Eylelilerle birlikte
bulunanlar, Allah'ın ve Resulunün himayesindedirler. Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki malı koruyamayacak,
bu mal, alana da helâl olacaktır. Denizde, karada herkes dilediği tarafa yolculuk yapma hakkına sahiptir”
(Ebu Ubeyd, el-Emvâl, Mısır 1388/1968, s. 287 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, VI, 169).
Eyle kralı Yuhanna ile birlikte Ezruh ve
Cerba halkı temsilcileri de Tebük'e gelip Hz. Peygamber'le cizye vermek üzere anlaşma yaptılar. Bunlar her
yıl Recep ayında saf altından yüz dinar cizye ödemeyi kabul ettiler ve buna karşılık onlara
birer emannâme (güven mektubu) verildi. Bu iki topluluk da Eyleliler gibi Yahudi toplumudur (İbn Sa'd, Tabakât, 1, 289
vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 169; Vâkıdî, Megâzî, III, 1031).
MESCID-I DIRÂR OLAYI:
Hz. Peygamber Tebük'te yirmi gün kadar kaldıktan
sonra, ashab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar verdi. Çünkü Bizans ordusu saldırmaya
cesaret edememiş ve amaca ulaşılmıştı. O gün için daha fazla ileri gidip kan dökmeye ihtiyaç
yoktu. Çünkü Şam yöresini fetih gibi bir amaçla yola çıkılmamıştı. Üstelik Şam yöresinde
bulaşıcı bir hastalık (tâun) olduğu da haber alınmıştı. Geri dönüş için
yola çıkan ordu Ramazan'ın ilk günlerinde Medîne'ye ulaştı. Hz. Peygamber Tebük'e giderken Medine'ye bir
saat uzaklıktaki Ziyevan köyüne geliniğinde münâfıklardan bir heyet gelerek: "Ey Allah'ın Resulu! Biz
hastalar ve Kuba mescidine gelemeyenler için özellikle yağmurlu gecelerde namaz kılmak üzere bir mescid bina ettik.
Teşrif edip burada namaz kıldırsanız, hayır ve bereketle dua buyursanız" dediler. Hz. Peygamber
bunun dönüşte olabileceğini söylemişlerdi. Bunun üzerine Tebük dönüşü bu sözü Allah elçisine hatırlatıp
yeni yapılan mescide gelmesini rica ettiler.
Bu mescid Ebû Âmir Fâsık adlı bozguncu
münafık ve fasığın teşviki ile münafıklarca Kuba Mescidinin cemaatını bölmek niyetiyle
yapılmış ve Hz. Peygamber'e suikast düzenlemek üzere içi silâhla doldurulmuştu. Hz. Peygamber bu mescide
gitmeye hazırlanırken Cebrail (a.s) gelerek durumu haber verdi.
Kur'an-ı Kerîm'de bu mescidden şöyle
söz edilir:
Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını
ayırmak ve daha önce Allah ve Resulune karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak üzere bir mescid
yapanlar; "Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar"
(et-Tevbe, 9/107). "Ey Muhammed! Bu mescidde asla namaz kılma. Şüphesiz ki, başlangıcından itibaren
takva üzere kurulan mescidde (Kuba mescidi) namaz kılman daha hayırlıdır. O mescidde kendilerini maddî
ve manevi kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever" (et-Tevbe, 9/108; bk. 109,
110).
Bunun üzerine Hz. Peygamber ashab-ı kiramdan
Mâlik b. Dehsan ile Ma'n b. Adiyy (r. anhümâ)'yi Mescid-i Dırar'ı yıkmak üzere gönderdi. Bu sahabeler mescidi
yakıp yıktılar. Böylece kötü amaç için bina edilen bir mescid ortadan kaldırılmış oldu
(bk. İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, III, 71; İbn Sa'd, Tabakât, III, 540 vd; İbn Kesîr, Muhtasar
Tefsîr, II, 169; Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih, X, 422).
Özürsüz cihada katılmayan üç kişinin çilesi:
Resulullah (s.a.s) Tebük'ten dönüşte Medîne'ye
girişte doğrudan Mescidi Nebevî'ye girip iki rekat namaz kıldı. Çünkü seferden dönüşte bu, Resulullah
(s.a.s)'ın âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine katılamayıp Medine'de kalanlar tek tek gelip özürlerini
yeminle teyit ettiler. Hz. Peygamber dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul edip, iç yüzlerini Allah'a
havale etti ve haklarında istiğfarda bulundu. Bunların sayısı seksen kadar idi.
Ancak Kâ'b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b.
Ümeyye meşrû bir özürleri bulunmadığı halde cihada katılmamışlardı. Hz. Peygamber'in
huzuruna girince mazeret uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylediler.
Resulullah (s.a.s) halkı bu üç sahabe ile
görüşüp konuşmaktan menetti. Üçü de bir köşeye çekilerek elli gün süreyle yalnızlığa itildiler.
Dünya başlarına zindan oldu. Kırk gün geçince Hz. Peygamber bunlara Hüzeyme b. Sâbit (r.a)'i göndererek kadınlarından
da ayrı durmalarını bildirdi. Böylece eşlerinin cihaddan geri kalan bu sahabelere hizmeti de men edilmiş
oluyordu. Yalnız Hilâl b. Ümeyye'nin eşi Allah elçisine gelerek; "Hilâl yaşlıdır, hizmetçisi de yoktur.
Yalnız mutfak işlerine yardımcı olsam" diye izin istedi. Kendisine yalnız ev hizmeti için izin verildi.
Elli gün tamamlanınca bu üç sahabenin mağfiret
edildiğini bildirilen ayet indi. Bunu müjdeleyen sahabeye, Ka'b b. Mâlik sevincinden bir kat elbise giydirmişti.
Mescide geldiklerinde Allah'ın Resulu Ka'b b. Mâlik'e şöyle buyurdu: "Annen seni doğurduğu günden beri
yaşadığın günlerin en hayırlısını sana müjdeliyorum". Ka'b; "Bu müjde tarafınızdan
mı, yoksa Allah tarafından mı?" diye sorunca, Hz. Peygamber; "Doğrudan Yüce Allah tarafından" buyurdu.
Bunun üzerine Ka'b, bütün servetini Allah yolunda tasadduk etmek istediğini bildirdi. Hz. Peygamber, bir bölümünü kendisine
ayırmasının daha hayırlı olacağını söyledi (Kâmil Miras, Tecrîd, X, 424 vd, Hadis
No: 1659; İbn Kesîr, a.g.e., II, 175 vd.).
Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini
şöyle bildirir: "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen
yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah 'tan başka
bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları
bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır"
(et-Tevbe, 9/118).
Ka'b b. Mâlik ve arkadaşları bu ilâhî
iltifata, doğru sözlülükleri ve samimi davranmaları sayesinde kavuştular. Ka'b bu olay üzerine, artık
ömrü boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğine dair Allah elçisine söz verdi. Diğer münâfıklar
uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken onlar selâmete çıktılar
|