|
|
Haber getiren kişi. Allahu Teâlâ'nın kullarına emir ve yasaklarını bildirmek ve
onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçip görevlendirdiği ilahî elçi. Kur'an-ı
Kerim' de; "nebi" veya "enbiya", bazan da "resul" veya "rusul" diye geçer.
"Nebi", arapça bir kelime olup, "nebe' " kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani "haber verici" anlamına
gelir. Ancak nebe', herhangi bir haber değil; bize bildirilen fevkâlade değerde, çok önemli bir haber, bir tebliğ
demektir. Nebe', yalnız, doğruluğunda hiç şüphe olmayan bir haber için kullanılabilir (Rağıb
el-Isfahanî el-Müfredât, Nebi maddesi). Nebi'nin manası, Allah'ın, seçtiği kullarına ilâhî haberinin,
vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır. Kelime, Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı,
yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor (Saît Ramazan el-Butî, Kübrâ el- Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 172).
Bazı dilciler, "nebi" kelimesinin "yükseltilmiş" manasında olan "nübüvvet" kelimesinden geldiğini
ileri sürerler.
Diğer bir kısım dilciler ise, "nebi" kelimesine, Allah (c.c) ile akıl sahibi kulları
arasında bir elçi veya, "Biz insanlara, Allah Teâlâ'nın vahy-i ilâhisini bildiren kimse" manası verirler. Nebi'nin
çoğulu "enbiya"dır. Peygamberlere, ilâhî emir ve yasakları, hüküm ve haberleri insanlara bildirdikleri için
"enbiya" denmiştir (İbn Manzur, Lisanul-Arab, Nebi mad.; et-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, II, 128).
Kur'an-ı Kerim'de "nebi" yerine "resul" de geçmektedir. Arapçada "irsal" kelimesinden alınan "rasul",
gönderilen kimse, haberci, elçi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) tarafından, insanları irşad edip onları
doğru yola yöneltmek için gönderilmiş olduklarından, peygamberlere, "rüsûl-i kirâm, mürselîn" denmiştir
(el-Müfredat, Resul mad., Lisanul-Arap, Resul maddesi).
Bu esasa göre; nebi ve resul kelimeleri, aynı manaya gelen, arapçada iki (müterâdif) eş anlamlı
isimdir. Peygamberlere, Allah'dan önemli haber (vahy) aldıkları için "nebi"; aldıkları haberleri gönderildikleri
insanlara bildirdikleri için de "resul" denir. Onların en önemli görevi, kendilerine indirilen ilâhî vahyi tebliğ
etmektir. O halde risaletin manası Allah Teâlâ'nın, seçtiği kullarından birini ilâhî hüküm veya şerîatini
başkalarına tebliğ etmekle mükellef tutmasıdır. Bu kelime, peygamber ile diğer insanlar arasındaki
alâkayı açıklamaktadır. O da, irsal (gönderilme) ve elçilik kavramıdır.
Bu esasa göre, peygamberlerin iki görevi vardır. Bunlardan Allah (c.c) ile özel ilişkisine "nübüvvet";
insanlarla olan "ilâhî görev" ilişkisine de "risâlet" denmektedir. Nebî ve resul kelimeleri bu iki ilişkiyi ifade
etmektedir (bk. el-Butî, a.g.e., s. 173).
Çoğunluk Kelam âlimlerine göre ise "resul" kelimesi, lugat manası bakımından "nebi" kelimesinden
daha geniş ve şümullüdür. Çünkü melekler de, ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da "İlâhi
haberciler" anlamında "resul" denmektedir. Bu görüşte olanlara göre, kendisine ilâhî kitab ve müstakil şerîat
verilen peygamberler "resul" diye anılırlar. Bu bakımdan, her resul aynı zamanda bir nebidir. Fakat her
nebî, resul değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, -mantık diliyle"umum-husus-mutlak" ilişkisi vardır.
Çünkü nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer
o, belli bir şeriatı (hukuk sistemini) veya bir Kitabı tebliğ etmekle mükellef tutulursa, o peygambere
aynı zamanda "resul" denir. Her iki grubun da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır. Sonuç olarak, nebî ve resul
şöyle tarif edilebilir: "Allah Teâlâ'nın seçtiği ve onu Cibril (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken)
vahyettiği şeyleri insanların hepsine veya belli bir topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden
bir insandır (Nebî ve resul kelimelerinin terim anlamı, aralarındaki fark ve deliller için bk. et-Taflâzânî,
Şerhul-Makâsıd, II/128, el-Cürcanî, Şerhul-Mavâkıf, III, 173-174; İbnul-Hümam, Şerhul-Müsâyere,
198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, I/210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhul-Akâidi'l-Adudiyye, 3; Mustafa Sabri, Mevkiful-Akli
vel-İlmi vel Âlem, Kahire 1950, IV/40; el-Bûtî, a.g.e., 173).
Peygamberlere İman ve Önemi
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen birçok ayetlere ve Peygamberimiz (s.a.s)'in bazı sahih hadislerine
göre Allah Teâlâ'nın razı olduğu yegâne hak din olan İslâm'da iman esaslarından biri de, Allah (c.c.)
tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen bütün peygamberlere iman
etmektir. Bu ortak esas, İslâmda iman esasları arasında yer alan çok önemli bir rükündür. Çünkü "meleklere"
iman edilmeden, "İlâhî kitaplara" inanmak mümkün olmadığı gibi, bu kitabları insanlara tebliğ
etmekle görevli ve sorumlu olan "Peygamberlere" iman edilmeden de, mukaddes kitablara iman etmek mümkün değildir.
Gerçek şudur ki; peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu
olmaz. Çünkü peygamberler, Allah Teâlâ'nın insanları irşad için gönderdiği birer ilâhî elçi olarak kendilerine
vahyolunan ilâhî hükümleri, emir ve yasakları yalnız tebliğ etmekle kalmazlar; aynı zamanda bu hükümleri
kendi nefislerinde aynen tatbik eder ve günlük hayatımızda fert ve toplum olarak nasıl uygulayacağımızı
gösterirler. Peygamberler, herkes tarafından takip edilebilecek üstün vasıflı, yüksek ahlâklı, kâmil ve
örnek insanlardır. Onlar, her hususta çok güzel birer örnek oldukları için, insanları kolayca etkiler, onlara
Allah sevgisi ve O'na imanı aşılar ve peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklikler
yaparlar. Çünkü nefsi ve aklı ile başbaşa olan insanların ıslahı ve doğru yola yöneltilmeleri,
ancak yine birer insan olan, günahlardan arınmış (masum) peygamberlerin önderliğinde başarılabilir.
Onun içindir ki, melekler insanlara değil, yalnız peygamberlere elçi olarak gönderilmişlerdir: "(Onlara) de
ki: Eğer yeryüzünde yaşayıp huzur içinde dolaşanlar melekler olsaydı, muhakkak Biz, onlara gökten
melek bir peygamber indirirdik" (el-İsrâ, 17/95).
Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre, peygamberlik müessesesi ve ilâhî kitaplar Allah Teâlâ'nın
insanlara lutfettiği manevî bir hediye (mevhibe-i ilâhiyye)dir. Âlemleri yaratan Allah (c.c) insanlar ve milletler arasında
bir fark gözetmeden, onların her birine maddî sayısız nimetler ve çeşitli rızıklar verdiği
gibi, ruhî bir gıda, manevî bir nimet olarak peygamberlik nimetini de aynı ilâhî esasa göre insanlık âlemine
ihsan etmiştir. Bu yönden peygamberlik, lutfu ve rahmeti sonsuz olan Rabbulâlemin'in bütün dünya milletlerine dağıttığı
ilâhî bir hediyedir. Madem ki insanlar hidayet yolunu bulmak, hak ve adalet üzere kurulan ilâhî nizamı öğrenerek
hayatlarında uygulayabilmek için Allah (c.c) tarafından seçilerek gönderilen masum (günahsız) peygamberlere
ve onlara indirilen ilâhî vahye muhtaçtırlar; o halde bütün insanların Rabbı, Hâlık ve Râzıkı
olan Allah Teâlâ, elbette ki kulları arasında ayırım yapmadan, her millete kendi içinden seçtiği
peygamberler gönderecektir. Nitekim bu husus Kur'an-ı Kerimde şu ayetlerle açık olarak beyan edilmiştir:
Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (bir peygamber) gelip geçmiş olmasın"
(el-Fâtır, 35/24), Her milletin bir peygamberi vardır" (Yunus,10/47. Ayrıca bkz. en-Nahl 16/36; er-Rum, 30/47;
ez-Zuhruf, 43/6; er-Ra'd 13/8; İbrahim,14/4; el-İsrâ,17/15).
Bütün peygamberler bu yüce görevi eksiksiz olarak yapabilecek ve kendilerine vahyolunan ilâhî hükümleri insanlara
tebliğ edebilecek kudret ve kabiliyette yaratılan mümtaz ve sadık kullar, Allah tarafından seçilen ilâhî
elçilerdir.
Kur'an-ı Kerim, müslümanlara, yalnız İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e değil, dünya
milletlerine zaman zaman gönderilen bütün peygamberlere de inanmayı emretmektedir. el-Bakara süresinde; Deyiniz ki biz
Allah'a, bizlere indirilen (Kitab)'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve oğullarına indirilenlere;
Rableri tarafından Mûsa ve İsâ ya verilenlere iman ettik. Onları biribirinden (peygamber olarak) ayırmayız”
(el-Bakara, 2/136) buyrulmaktadır. Ayette geçen "nebiyyûn" kelimesi ile, daha önce gönderilen diğer peygamberlerin
kastedildiği anlaşılmaktadır.
İşte İslâm dini, bütün peygamberlere inanmayı, "iman esasları"ndan ve İslamın
temel prensiplerinden saymakla (bkz. el-Bakara, 2/177 ve 285, en-Nisâ, 4/ 136), hiç bir dinin erişemediği derecede
şumullü bir insanlık dini olmak vasfını kazanmaktadır. Bütün dünya milletlerine hitap etmek suretiyle
de, insanları bütün beşeriyeti içerisine alan bir kardeşliğe, sulh ve sukûna, saadet ve selâmete davet
etmektedir. Bu bakımdan, her müslüman icmâlî olarak (kısaca); başta Hz. Muhammed (s.a.s) olmak üzere, daha
önce gönderilen bütün peygamberlere; tafsili olarak da, Kur'an-ı Kerim'de isimleri zikredilen peygamberlerin her birine
ayrı ayrı iman etmeleri, ayrıca, Allah (c.c) tarafından önceki milletlere gönderilen ve adları bildirilmeyen
bütün peygamberlere toplu olarak iman etmeleri gerekir (el-Bûtî, a.g.e.,186-191; Ali Arslan Aydın, en-Nübüvve Fil-Kur'an
ve İnde Felasifetil-İslâm, Kahire 1958, s. 5-9 ve İslâmda İman ve Esasları 6. Baskı, İstanbul
1990, s. 184-187).
Kur'an-ı Kerim'de bildirildiğine göre, bütün insanlık âlemine ve bütün milletlere hitab etmek
üzere gönderilen peygamber, yalnız Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Hz. Muhammed (s.a.s) ilk peygamber Hz. Adem'den itibaren
zaman zaman çeşitli milletlere gönderilen peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur. O, peygamberler zincirinin son
altın halkasıdır, Hâtemül-Enbiyâ'dır. O'ndan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Bu, İslâmın
ve en son Mukaddes Kitab Kur'an'ın bildirdiği bir gerçektir:
Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeci ve (Allah ozabı ile) korkutucu olarak gönderdik" (es-Sebe; 34/28);
"De ki, (Ya Muhammed): Ey insanlar! Ben göklerin ve yerin mülkü olan Allah'ın, size, hepinize gönderdiği
peygamberiyim" (el-A'raf, 7/158). Hz. Muhammed (s.a.s)'den başka hiç bir peygamberin bütün dünya milletlerinin hepsine
birden gönderildiğine dair ne Kur'an'da, ne de başka bir kutsal kitabda açık bir ayet bulunmamaktadır.
Peygamberlerin Adedi ve İsimleri Kur'an-ı Kerim'de her millete mutlaka kendi içinden seçilen bir
peygamber gönderildiği açıkça beyan edilmiş ise de, (el-Fâtır, 35/24; Yunus,10/47; el-İsrâ, 17/15)
peygamberlerin adedi ve her birinin ismi bildirilmemiştir. Nitekim en-Nisa süresinde (4/ 164)
"Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise
haber vermedik" buyurulmuştur. Gerçi peygamberimizin bir sahih hadisinde yüz yirmi dört bin gibi bir sayıdan bahsedilmiş
ise de; bu adet kesin değildir. Kur'an'da yalnız 25 peygamberin isimleri zikredilmiştir. Bunlar, Âdem, İdris,
Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, ishak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl,
Yünus, İlyas, İlyesa, Zekeriyya, Yahya, İsâ ve Muhammed (s.a.s) hazretleridir.
Ehl-i Sünnete göre; peygamberlerin sayılarını tahdid etmemek daha doğrudur. Çünkü sayının
tespit edilmesi halinde, eğer rakam büyük olursa, gerçekte enbiyadan olmayanların peygamber sayılanlar içine
katılması; eğer küçük olursa, enbiyadan olanların peygamberlerden sayılmaması gibi bir durumla
karşı karşıya kahnabilir (bkz. et-Taftazânî, Şerhul-Akâidi'n-Nesefıyye ve Havaşîhi, s.
460-465; Aliyyul-Korî, Şerhul-Fıkhıl-Ekber, s. 102-104: Abdurrahman el-Cezirî Tavdihu'l-Akaid Fi İlmi't-Tevhid
s. 136-138).
Peygamberlerin Sıfatları
Bütün peygamberler Allah Teâlâ tarafından seçilip ilâhî elçiler olarak insanlara gönderildiklerine göre,
hepsi birbiriyle kardeş gibidirler. Onlar bir âiledendir ve bir tek cemaattır: Bütün peygamberler doğru sözlü,
sâdık, emîn, akıllı, sağlam karakterli, uyanık kalpli, yüksek ahlaklı, dünyada ve âhirette itibarlı
ve Allah'a en yakın olan sevgili kullar, ilahi elçilerdir.
Onların diğer insanlardan ayn, kendilerine ait ortak bazı sıfât ve özellikleri vardır.
Bu sıfatlar sayesinde yüce yaratıcı ile kulları arasında elçilik yapma liyakatını kazanmış
olurlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, peygamberliğini kime ve nereye vereceğini daha iyi bilir" (el-En'âm,
6/l?4). Bütün peygamberlerde ortak olan sıfatları şu beş maddede toplamak mümkündür: Emânet, sadakat fetânet,
ismet, tebliğ.
1. Emânet Sözlükte, güvenmek, emin olmak, korkmamak ve güvenilir olmak anlamında bir mastardır.
Emânet, peygamberlerin kudsî görevlerini yerine getirmek hususunda ve her konuda emin ve güvenilir olmalarıdır.
Bütün peygamberler son derece emin, güvenilen dürüst ve seçkin şahsiyetlerdir. Onlardan asla her hangi bir hiyânet meydana
gelmez. Çünkü, Allah Teâlâ, ilâhî vahyini, peygamberlik şeref ve vazifesini hainlere değil, ancak her bakımdan
emin olan sâdık kullarına verir. Peygamberlerini bu gibi emin, sâdık ve dürüst kulları arasından
seçer. Şüphe yok ki Allah (c.c) peygamberlik derecesine kirnin daha lâyık olduğunu en iyi bilendir.
Kur'an-ı Kerim'de, geçmiş peygamberlerin emânet sıfatlarından söz eden ayetler vardır:
Hûd peygamber, kavmine şöyle demişti: "Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir
bir nasihatçıyım" (el-A'raf, 7/68). eş-Şuarâ Suresi'nde Nuh, Hûd. Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin
kavimlerine, "Şüphesiz ben, size gönderilen emîn bir peygamberim" dedikleri zikredilir (bkz. 26/108, 125, 143, 162, 178).
Peygamber olmadan önce Hz. Musa için Şuayb aleyhisselâmın iki kızından biri şöyle
demiştir: "Babacığım, onu ücretle çalıştır. Çünkü o, ücretle tuttuklarının en
hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır" (el-Kasas, 28/26). Hz. Musa, Medyen'den Mısır'a peygamber
olarak dönünce Firavun'un kavmine şöyle demişti: "Allah'ın kullarını bana bırakın. Çünkü
ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim" (ed-Duhân, 44/18).
Hz. Muhammed de gerek peygamberlikten önce ve gerekse peygamberliği sırasında toplum içinde
en güvenilir bir üstün kişiliğe sahipti. Bu yüzden Mekke'de Kureyş toplumu ona "el-Emîn" lakabını
takmışlardı. Nitekim peygamber olmadan beş yıl önce yapılan Kâbe tamiri sırasında
Hacerul-esved'in yerine konulması şerefini paylaşamayan, Kureyşliler arasında, çatışmaya
varabilecek bir anlaşmazlık çıkmıştı. Bu arada Ebû Ümeyye Velid b. Muğîre'nin, "Şu
kapıdan ilk mescide girecek olanı hakem yapınız" teklifi kabul edildi. Biraz sonra, belirtilen Benü Şeybe
kapısından 35 yaşlarındaki Hz. Muhammed'in girdiği görüldü. Kureyşliler topluca "İşte
el-Emîn, güvenilir kimse, onun hakemliğine razıyız" dediler (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre,
Beyrut 1391, I, 209; İbn Sa'd, Tabakât, I, 146; Abdurrazzâk, el-Musannef, V, 319; İbnül-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965,
II, 45; Taberî, Tarih, Mısır 1.326, II, 201).
2- Sıdk Sıfatı: Sıdk, peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara
tebliğde ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sadık olmalarıdır. Peygamberlerin yalan söylemeleri
(kizb) asla caiz değildir. Aksi halde, insanları kendilerine inandırmaları ve onları irşad ederek
doğru yola sevketmeleri mümkün olmaz. Çünkü yalan söylemek, büyük bir günah olduğundan, pey'gamberlerin "ismet"
ve "emanet" sıfatlarıyla bağdaşmaz. Oysa Allah Teâlâ onların peygamberlik iddialarını tasdik
etmek için her birine "Mucizeler" veriyor ve onunla adeta, "Kulum, peygamberlik iddiasında ve bendendir diye bildirdiklerinde
sadıktır" diyor. Hak Teâlâ'nın yalancıları tasdik etmesi aklen mümkün olmadığına göre,
peygamberlerin sıdk (doğruluk) sıfatı ile vasıflanmaları vâcib; yalan söylemeleri ise imkânsızdır.
Kur'an-ı Kerim'de Allah, peygamberlerini doğruluk vasıflarıyla methetmiştir: "Ey
Muhammed! İnsanlara Kur'an'daki İbrahim kıssasını anlat. Şüphesiz ki o, özü sözü doğru,
sıddîk bir peygamberdi" (Meryem, 19/41);
"Kitapta İdris'i de zikret. Çünkü o, çok doğru bir rıebî idi" (Meryem, 19/55); Hiç bir peygambere
kavmi; "biz seni daha önce yalancı tanıyorduk" diyememiştir.
Peygamberlerin emânet sıfatı, onların diğer insanlarla münasebetlerinde güvenilir olmaları
yanında; asıl vahiy üzerinde emîn olmayı, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara değiştirmeden,
arttırıp-eksiltmeden tebliğ etmesidir. Kur'an'da, "O Peygamberler Allah'ın gönderdiklerini tebliğ
ederler, O'ndan korkarlar ve O'ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter" (el-Ahzâb,
33/39) buyurulur. Bir peygamberin emânete hıyânet etmesi, O'nun kutsal görevi ile bağdaşmaz. "Bir peygamber
için emânete hıyânet etmek olur şey değildir” (Âl-i İmrân, 3/161)
3- Fetânet Sıfatı
Fetânet, peygamberlerin üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfıza ve yüksek bir ikna gücüne
sahip olmalarıdır. Her peygamberin, şerefli ve yüce olduğu kadar da ağır ve çok mesuliyetli
olan peygamberlik görevini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya ve yüksek
vasıf ve yeteneklere sahip olması gerekir. Aksi halde, gönderildikleri milletlere karşı kuvvetli hüccet
(kesin delil) ikame edemez, onları ikna veya ilzam işin gerekli güzel mücadeleyi yapamazlar; kendilerine inananları
irşad ederek onları hak ve hidayete sevkedemezler.
O halde peygamberler, en akıllı, en zeki ve en kaabiliyetli mümtaz şahsiyetlerdir. Haklarında
zayıf akıl ve zayıf hâfıza, delilik ve gaflet gibi noksan sıfatlar asla caiz değildir.
Kur'an'da peygamberlerin üstün zekâ ve kabiliyetlerine işaret eden ayetler vardır:
"Kur'an vahyedilirken, henüz bitmeden okumaya kalkma. Rabbim ilmimi artır, de" (Tâhâ, 20/114); "Ey Muhammed,
Cebrâil sana Kur'an'ı okurken, acele ederek onunla birlikte dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz
bizim işimizdir" (Kıyâme, 75/16-17). Vahyin gelişi sırasında ezberlemek işin dilini Kur'an'la
hareket ettirmesi onun fetânet ve zekâsındandır. Yine vahiy tamamlanmadan önce, ayetleri yeniden okumak için acele
etmesi, peygamberin zekâ olgunluğunu gösterir. Çünkü O, böylece, zaten Cenab-ı Hakkın yardımı sayesinde
hâfızasına yerleşecek olan vahyi, kendi zekâ gücü ile ezberinde tutmaya çalışmaktadır.
4- İsmet Sıfatı
İsmet, peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü masiyetten, günahtan ve peygamberlik şerefiyle
bağdaşmayacak hareketlerden uzak bulunmalarıdır. İsmet'in, yani nezâhet ve mâsumiyetin zıddı
olan, her türlü günah ve âdi davranışlar, peygamberler hakkında muhaldir. Çünkü, eğer peygamberlerin günâh
ve suç işlemeleri veya ismet ve nezahete yaraşmayan uygunsuz hareketler yapmâları onlar hakkında caiz
olsaydı, biz insanların da onlara uyarak çirkin şeyler yapmamız normal karşılanır ve günah
sayılmazdı. Zira peygamberler bizim uymamız gereken güzel örneklerimizdir. Bu bakımdan, peygamberlere
uymak ve onlara itaatla emredildik. Halbuki Allah Teâlâ, kullarına günah işlemeyi ve günahkârlara itaatı emretmez
ve bu gibileri peygamber olarak seçip göndermez. Bu sebeble, Ehl-i sünnete göre; peygamberler asla büyük günah işlemezler.
Sehven (yanılarak) "zelle" cinsinden küçük günah işlemeleri caizdir. Ancak, bunda ısrar etmezler, derhal ikaz
edilirler ve bir daha aynı hataya düşmezler.
İsmet'in peygamberlerde bulunması gereken bir sıfat olduğunda, tüm İslâm bilginleri
görüş birliği işindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde han görüş ayrılıkları
mevcuttur.
Maturidilere göre, peygamberin günahtan korunmuş olması, onu tâate zorlamadığı gibi;
günah işlemekten de aciz bırakmaz. Ancak ismet, Allah'ın bir lütfu olup, peygamberi hayır yapmaya sevkeder,
kötülükten de alıkor. Fakat ilâhi imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irâde mevcuttur (Sabunî, el-Bidâye,
terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 121-122). İsmet, peygamberler iğin gerekli bir sıfattır. Çünkü
peygamberlerin günah işlemeleri, yalan söylemeleri caiz olsaydı; verdikleri haberlerin doğruluğuna güvenilmezdi.
Bu durum, onların Allâh'ın hucceti olma özelliklerine gölge düşürürdü.
Peygamberlerden günah (fısk) sâdır olsaydı, bu onların şâhitlik ehliyetini ortadan
kaldırırdı. Kur'an'da: "Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın"
(Hucurat, 49/6) buyurulur. Yüce Allah fâsığın şehâdetini kabulde tedbirli olmayı ve duraksamaya emrediyor.
Peygamberden fıskın sudûru halinde dünyadaki şahitliği düşünce; ahiretteki ümmetine olan şahitliği
de düşer. Halbuki Kur'an'da, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhit olasınız. Peygamber
de size şâhit olsun " (el-Bakara, 2/ 143). Kıyamette şâhitliği bildirilen kimsenin, dünya şâhitiği
de teyid edilmiş olmaktadır (er-Râzî, İsmetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986, s. 41-42; Mefatih'ul Gayb, III, 8).
Peygamberler iyiliği emir ve kötülükten sakındırmaya çalışırlar. Kendileri
tâatı terkedip, masıyeti işleselerdi, şu ayetlerin muhatabı olurlardı:
"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" (el-Bakara, 2/44); "Ey insanlar, niçin
yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz! Yapamayacağınız şeyi söylemek Allah nezdinde en
sevilmeyen bir şeydir" (es-Sâf, 61/2-3). Diğer yandan, uyanlarının onları kötülükten menetmeleri
gerekirdi ki bu, peygambere karşı bir zorlama ve eziyet olurdu. Kur'an'da bu yasaklanmıştır. "Allâh
ve Resulüne eziyet edenleri, o, dünya ve ahirette lanetledi" (el-Ahzâb, 33/23; er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, III, 8; İsmetü'l
E'nbiyâ, s. 42, 43).
Ehl-i sünnete göre, peygamberlerin masum oluşu vahiyden sonra sabittir. Kur'an-ı Kerim'de bazı
peygamber kıssaları anlatılırken, onların günah işlediklerini düşündüren örneklere rastlanır.
Hz. Adem'in cennette yasak meyveyi yemesi (el-Bakara, 2/35-37; el-A 'râf. 7/20, 21, 23); Nuh aleyhiselâmın iman etmeyen
oğlunu gemiye almak iğin duâ etmesi (Hud, 11/45-47); Hz. İbrahim'in putları kendi kırdığı
halde, kavmine kimin kırdığını büyük puttan sormalarını istemesi (el-Enbiyâ, 21/57, 62,
63); Hz. Lût'un eş cinsel erkeklere kendi toplumunun kızlarını teklif etmesi (Hud, 11/77-79); Hz. Musa'nın
bir şahsın ölümüne sebep olması (Kasas, 28/15); Hz. Yunus'un kavmini izinsiz terketmesi (el-Enbiyâ, 21 /87-88);
Hz. Davud'un davacıyı dinleyip davalıyı dinlemeden davacı lehine hüküm vermesi (Sâd, 38/21-25); Hz.
Muhammed'in kâfirlerin reislerini İslâm'a davet ettiği sırada gelip, soru soran ve bir ama olan Abdullah b.
Ümmü Mektûm'a yüzünü buruşturması ve sırtını dönmesi (Abese, 80/1-12) örnek verilebilir. Ancak bu
ve benzeri peygamber kıssalarında görülen hallerin bazıları ya peygamberlikten önceye aittir veya bunlarla
ilgili nakiller muteber değildir. Bazıları da peygamberlerin şanına yakışacak biçimde açıklanmıştır.
Çünkü eğer peygamberlerin günah işlemesi mümkün olsaydı, onların sözüne güvenilmez ve böylece ilâhî huccet
gerçekleşmiş olmazdı.
>>>>>
Hz. MUHAMMED (s.a.s)
Hak din olan İslâm'ın son peygamberi (Hicretten önce 53-H.11/571-632).
Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği:
İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini sağlamak üzere
Allah Teâlâ tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle
kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de doğdu. İslâm tarihi kaynakları,
Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu kaynaklarda
Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a kadar ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde
bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail
soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'ın şeceresi şöylece sıralanır:
Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b.
Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, ticarî bir seferden dönüşünde
Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi Amine, Kureyş Kabilesinin kollarından Benû Zühre'nin reisi Vehb b.
Abdümenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke eşrafı, çocuklarını çölde bir süt anneye vererek
emzirme âdetine sahip oldukları için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafından ancak bir kaç kez emzirilmiş,
süt anneye verilinceye kadar da amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmıştı. Daha
sonra Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevâzin kabilesinin kollarından Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb,
uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve sıcak
havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı görülüyor; ayrıca hac münasebetiyle
her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabancı tesirler altında kalabildiğinden, fesahat
ve belâğata önem veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri ilk yıllarının Arapçanın
saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve belâgatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde
geçmesini gerekli görüyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün yapmış
Benû Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını geçiren Hz. Peygamber, ileride üstleneceği
ilâhî risâlet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz. Peygamber'in kırk
yaşından itibâren yürüttüğü İslâm'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslında meşakkatli,
yorucu, bir takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu ve meşakkatli
görevi lâyıkıyla yerine getirebilmek için sağlam ve sıhhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz.
Peygamber, böylelikle çocukluğunun ilk yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı havasından
uzaklaşmış, suyu ve havası güzel bâdiyede sağlıklı bir şekilde gelişme imkânını
bulmuş oluyordu. Diğer taraftan güzel konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur. İleride muhtelif
insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin şüphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve dili, davasının
uğrunda en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocukluğundan
itibâren davet faâliyeti için hazırlanıyordu. Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı
konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayıp,
Cenâb-ı Hakk'ın yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber
Efendimizin süt annesi Halime'nin yanında iken vukû bulan "Göğsünün yarılması" (Şerhu's-Sadr veya
Şakku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in
göğsü, görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve nefsin
tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak tekrar yerine konulmuştur.
Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazırlanmış oluyordu.
Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne halime tarafından Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine
ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi Amine'nin yanında kaldı.
Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına alarak Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti.
Bu vesile ile, altı yıl kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı. Bir ay
süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden
rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem de öksüz kalan çocuğu bu yolculukta
kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede, kalben
büyük bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına bastı. Abdülmuttalib'in
temsil ettiği Hâşimoğullarının Mekke'deki itibârı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik, kabiliyet
ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış
olması, onun Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sözüne itibâr ve itâat edilen bir reis hâline gelmesini
sağlamıştı. Abdülmuttalib, Kâbe duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde
ve Mekke idare meclisi hüviyetini taşıyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkının çeşitli problemlerini dinler
ve çözüm yolları arardı. Dedesi Abdülmuttalib'in yanından hiç ayrılmayan küçük Muhammed, Dâru'n-Nedve'de
yapılan idareye ve çeşitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yanında bulunuyor ve daha o yaşlarından
itibaren zulmün hâkim olduğu Mekke toplumunda ortaya çıkan problemleri, insanların dinî, idârî, iktisadî, ilmî,
ictimâî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde bulunduklarını yakından görüp idrâk ediyordu.
Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdülmuttalib seksen iki yaşına erişmişti
ve yaşlı bünye, uğradığı hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı.
Abdülmuttalib vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed'in babası Abdullah'la
ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti. Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş
yaşına kadar amcası Ebu Talib'in yanında kalmıştır.
Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadığından,
tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i
değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de ilgilendiren bazı olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı
yer ve oynadığı rol, kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasında
şüphesiz önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karşılaşması meselesidir.
Hz. Peygamber on iki yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir
kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola verdiği zaman
buradaki manastırda bulunan Bahirâ adlı râhib, İslâm kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere
bakarak O'nun ileride çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanâatine varmıştı. Müsteşrikler
bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak İslâm'ın doğuşunda Hristiyan
rûhiyâtının etkileri olduğunu, Râhib Bahîrâ'nın dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu
dinî şuuru geliştirerek ileride İslâm'ı ortaya attığını iddia ederlerse de, İslâmiyet'in
temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın temeli olan teslis * inancının aslâ bağdaşamaz
bir karakterde oluşu, İslâm'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini şirk olarak kabul etmesi,
bu iddiânın ne derece asılsız ve gülünç olduğunun en açık delillerindendir (geniş bilgi için
bkz. Bahîrâ maddesi).
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha sonraki yıllarda diğer amcaları ile birlikte
Mekke. dışına yapılan bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bölgelerde yaşayan
insanların farklılık arzeden dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur.
Peygamber Efendimizin daha sonraları İslâm'ı tebliğ ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna
göre cereyan eden bu olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak değerlendirmek gerekir.
Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen de davete hazırlıyor
ve cahiliye döneminin her türlü şirk ve sapıklığından, kötülük ve ahlâksızlığından
uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayramı olan Büvâne'ye çocukluk yıllarında amca ve halalarının
zorlamaları ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde
burada hazır bulundurulan bir puta tapmak içiri sıraya girdiğinde, henüz kendisine sıra gelmeden ilâhi
bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık
geçirmişti. Bu olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak için her hangi bir ısrarda bulunmadılar.
Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yıllarından itibâren hayatı boyunca aslâ hiç bir puta tapmadığı
gibi, onlar adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen hayvanların etini yememiş, onlar adına
yemin etmemiş, hatta onların adını dahi ağzına almaktan hoşlanmadığını
belirtmişti.
Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebû Tâlib'e yardımcı olmak için gençlik yıllarında
Mekkelilere ücretle çobanlık yapan Hz. Muhammed, çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı,
debdebeli, şirkin hâkim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı karşıya gelmiş,
bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü gelişerek herşeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın varlığı
ve birliğini, O'na eşler koşmanın sapıklık olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı
bir takım sıkıntı ve meşakkatler O'nu rûhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık
yaptığı günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece
eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire inen Hz. Peygamber, eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-ı
Hakk'ın kendisine verdiği bir uyku ile, içkilerin içildiği, oyunların oynandığı, ahlâksızlıkların
yapıldığı bu işret âlemini seyretmekten dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine böyle
bir eğlenceyi seyretme arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber böyle bir
şeye teşebbüs etmemiş, istek de duymamıştı.
Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi arasında Ficâr Harbi vukû
buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve güçte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş
alanının gerisine düşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece genellikle
cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda
tecrübeler oluşturduğu bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir
üye olarak katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü'l-Fudûl ise hemen
bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış,
câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet karşısında zâlimlerin nasıl
eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü.
Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i
Hz. Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen evlilik, Hz. Muhammed'in amcası
Ebû Tâlib'in yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını sağladı. Hz. Peygamber'in
bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice'den altı çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb,
Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtıma adlarını almışlardı. Bunların dördü de babalarının
peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve
Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine
Ebû'l-Kâsım künyesi verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adında
iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'ın lâkabı
olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı câriye Mâriye'dendir.
Hz. Peygamber'in bütün erkek çocukları henüz küçük yaşlarda vefat etmişlerdi.
Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla sağlamaya
çalışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmıştı Hz. Muhammed,
bu ticarî muamelelerindeki dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, ahde vefası, âdil ve âlicenâb davranışları,
herkes hakkında iyimser davranıp elinden gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun, muhtacın
elinden tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi, ahlâkî olgunluk ve
rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmiş, çevrede herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği bir
kişi hâline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir kişi" lâkabını vermişlerdi.
Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayı ve bu olay sırasında
el-Haceru'l-Esved'in* yerine konması meselesinde Mekke sülâleleri arasında çıkan ve kanlı bir çatışmaya
dönüşme temâyülü gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve âdil bir şekilde
çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artırmıştı.
Allah'ın mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de
de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan itibâren Rabbi ile başbaşa
kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde işlenen haksızlıklar, zulümler, ahlâksızlıklar, din
adına icrâ edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî
bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz, sakin bir mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha
iyi anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle
Ramazan ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtiği Hıra dağındaki
bir mağarada günlerini geçirerek Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini,
O'nun gücü karşısında mahlûkatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab Teâlâ'nın
insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü, onların dinî, siyasî, ictimâı,
ahlâkî vs. yönlerden içerisine düştükleri kötü durumları hatırlıyordu. İşte bu uzlet,günleri
Hz. Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluğa götürdüğü gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini geliştirerek aklî
ve ilmî bir yüceliğe de eriştirdi.
Peygamberliği ve Mekke Dönemi:
Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir sırada,
kırk yaşında iken yine böyle bir uzlet anında Hıra mağarasında, Cenâb-ı Hakk'ın
peygamberlere vahiy getirmekle görevli meleği Cebrâil (a.s), O'na ilk vahyi, Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini getirdi.
Artık Allah'ın Rasûlü, insanları hak din olan İslâm'a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine
ailesi halkından ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından, gerçeği kabul edebilecek
kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, düşünme istidadı körelmemiş kişilerden başladı.
İlk önce O'nu sevgili eşi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir, çocuklardan Hz. Afi, âzadlı kölelerden
Zeyd b. Hârise kendisine ilk iman eden kimselerdi. Ardından Hz. Ebûbekir'in de aracılığıyla Hz. Osman,
Abdurralıman b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd,
Abdullah b. Mes'ûd gibi şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli sürdürdü. Yalnız
bu gizlilik, İslâm'ın esasları ve prensipleri açısından değildi. İslâm, sır perdeleri
arkasında, gizli saklı, esrarengiz ve gizemli, anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler
ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net, anlaşılır, sâde, arı duru olup
akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu gizlilik, İslâm'ın sadece belli bir zümreye
has bir grup dini oluşundan da değildi. Aksine İslâmiyet cihanşümûl bir din olup bütün bir beşeriyetin
hidayet ve saâdetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber'in ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi, çevredeki insanların
İslâm'a karşı takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve ibadet hürriyeti tanımayacak
kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından kaynaklanıyordu. Müslüman olanların mallarına ve
canlarına bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan İslâm davâsına acımasız bir balta vurulmaması
açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faâliyetini genellikle davet merkezi edindiği
Dâru'l-Erkam'dan yürütmüştür. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın* Kâbe karşısında
Safâ tepesi yamaçlarındaki evi idi. İlk müslümanlardan bir çoğu İslâm'ı burada kabul etmişler,
Hz. Peygamber'in eğitimine burada mazhar olarak İslâm'ın eşsiz esaslarını ruhlarına ve
hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada İslâm davâsına gönül bağlayarak mallarını
ve canlarını bu hak davâ uğrunda fedâdan çekinmeyen sâdık, vefâlı ve ihlâslı bir kadroyu oluşturmakla
meşgûldü. O, biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın İslâm davâsının ortaya çıkıp
yayılması mümkün değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in bu devredeki icraatı ashabını birbirine
kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel bir bağlılık oluşturmuştu.
İşte Hz. Peygamber İslâm davâsı etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra
peygamberliğin dördüncü yılından itibâren İslâm'ı açık açık tebliğ etmeye başladı.
Kureyş müşriklerinin İslâm'ı engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz. Peygamber'e
ve İslâma samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle
korunmasız müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler
karşısında Hz. Peygamber, isteyen müslümanların Habeşistan'a gidebileceklerini belirtip hicret izni
verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında müslümanlardan birer grup I. ve II. Habeş hicretlerini
gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların böylece Mekke hâricine İslâm'ı taşımaları, müşriklerin
hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve inâyeti sebebiyledir ki İslâm'a
gösterilen bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Meselâ azılı
müşriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma, Kureyş
arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibâra sahip olan Hz. Hamza'nın müslüman olmasını sağladı.
Ardından Mekke idare meclisi Dâru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i öldürme kararını uygulamak için harekete
geçen güçlü şahsiyet Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu ararken aslında ayakları onu hidâyete
sevkediyor ve Ömer'in gücü İslâm saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nın
ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları, Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış, artık
müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen günlerde Habeş muhâcirlerinden bir kısmı
Mekke'ye geri döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehâlet ve bağnazlıkla
bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için İslâm'ın ortadan kaldıracağı
şahsî çıkar ve menfaatlerini, bâtıl tahakküm ve zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl
almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de müslümanları koruyan Hâşimoğulları,
peygamberliğin yedinci senesi ile onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve muhâsaraya marûz
kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla, ne de onları koruyan Hâşimoğulları ile hiç bir münâsebette
bulunmayacaklarına, her türlü ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç bir şekilde alış-verişte bulunmayacaklarına,
oturup kalkmayacaklarına, kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu karan yazdıklan
sahifeyi Kâbe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu karara muhâlefet eden, hem vatana, hem
de dine ihânet etmiş sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından
üç yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sıkıntılı, güç günler yaşatmıştır.
Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhâsara kaldırıldığı
vakit müslümanlar pek ziyade sevinme imkânı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını,
amcası Ebû Tâlib'i ve eşi Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullâh'ın üiüntüsüne
müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı* adını verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefatı,
Hz. Peygamber'in Mekke'de İslâm'ı tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Tâlib'in sağlığında
Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi
bu himaye ortadan kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu.
Böyle bir ortamda İslâm'ı tebliğ etmek âdeta imkânsız hâle geldiğinden Hz. Peygamber, İslâm'ı
kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Hârise ile birlikte bir gün
gizlice Tâif'e gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü alaylı ve acımasız
muâmele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı.
Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir
ve kendisi siyâsi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir emân ve himâye altında
girmek gerektiğine kanâat getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himâyesini sağladı
ve onun koruması altında şehre girdi.
Yıllar boyu Mekkelilerin İslâm'a karşı gösterdiği kin; düşmanlık ve engellemeler,
üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhâsara olayı, ardından
Ebû Tâlib'in ve Hz. Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalması ve Mekkelilerin
sataşmalarına mâruz kalması, bunu tâkiben de Tâif halkının horlayıcı tavn, her ne kadar
Allah Rasûlünün ümit ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış
ise de, şüphesiz bir beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte böyle bir durumda Hz.
Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en büyük mûcizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-ı Hak,
Rasûlünü teselli etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla
O'nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz. Peygamber'in İsrâ ve Mirâc
mûcizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde önce
Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi âlemi, Cennet ve Cehennem'i
müşahede etti. Böylece rûhen takviye görmüş, Rabbi tarafından mükâfaatlandırılmış olarak
tekrar aynı anda Mekke'ye döndü.
Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslâmî tebliğine yine devam ediyordu. Fakat İslâm'ın
kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla
gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen olaylı, bazen sert, nâzik, veya mütereddit,
ama hep menfi bir tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine'nin Hazrec kabilesinden
altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber'le karşılaşıp kısa bir görüşmeden
sonra O'na iman ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslâm'ı
yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazrecli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz. Peygamber'le
buluşup O'na bey'at ettiler. I. Akabe bey'atı olarak tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber,
İslâm kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de
bir yıl süreyle yaptığı faâliyet öylesine verimli olmuştu ki İslâm'ın bahsedilmediği
ve girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasûlünü şehirlerine buyur edip
O'nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kıvâma erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında
Medine'den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey'atı'nı
gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanları malları
ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı. İşte bu and ve karşılıklı
söz vermelere İslâm tarihinde "Akabe bey'atları * " adı verilmiştir.
Hicret ve İslâm Devleti:
Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni baskılar, müslümanlara
hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber'in izni ile Ashâb-ı kirâm gruplar halinde ve çoğunlukla
gizlice şehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir
ve ailesi ile hicrete imkân bulamamış olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri
engellenmiş kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak zinde bir güç oluşturmaları,
Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan
müşrikler, gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme yollarını aradılar.
Yegâne kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrâsı
için hazırlıklar yapılırken Cebrâil (a.s) vâsıtasıyla durumdan haberdâr olan Hz. Peygamber de
hicret için hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir'le
önceden hazırladığı plân gereğince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen
yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği zaman Ensâr ve Muhâcirûn'un
O'nu karşılaması son derece heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının ricası
üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında bilfiil kendisi de çalışarak
bir mescid inşâ ettirdi. Kubâ'ya gelişinin beşinci günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine
yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle vakti Rânunâ adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk
cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde
bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş, coşkun bir tezâhürât, sevgi ve saygıyla
Hz. peygamber'i karşılıyor, şehirlerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini
reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ
kendi hâline bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve,
şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine ait hâne-i
saâdetleri inşâ edilinceye kadar buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî Hazretlerinin evinde
misafir kaldı.
Böylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faâliyetinde yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış
oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber, İslâm'a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslâm'ın
bağımsızlığı ve hâkimiyetini ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak
şey, bu vatan sathında İslâm cemâatını teşkilatlandırmak, insanların birbirleri ile
olan münâsebetlerini hak ölçüleri içerisinde düzenlemek ve hakkın hâkimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı.
Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden, artık
Medine'ye hicretin ilk günlerinden itibâren O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme diye adlandırdığımız
safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan İslâm devletı'nin idâre
merkesi, htikümet binası, harp karargâhı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i inşâ etti. Mescide
bitişik olarak bina edilen suffa, İslâm cemâatının bütün İslâmî meselelerde eğitildiği
ve gerekli bilgilerin öğretildiği önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya
başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilân değil, aynı zamanda İslâm hâkimiyetini
âleme haykıran bir sembol ve şiâr idi. Komşu devletlerle münâsebetlerin tanzimi için henüz hicri birinci senede
ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar içerisindeki müslümanların gücünü belirleme
açısından Hz. Peygamber'in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensâr'dan bir kişi
ile muhâcirûn'dan bir kişinin bir araya getirilerek İslâm topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi
ameliyesi demek olan muâhât *, başka bir çok faydaları yanısıra İslâm devleti'nin asıl unsurunu
oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine aynı
senede hazırlanan anayasa, müslümanları olduğu kadar Medine'de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına
alarak Hz. Peygamber'in devlet başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor
ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslâm'ın hakimiyet ve koruması altına
alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması hedefleniyordu.
>>>>>
|
|
Hz. İDRİS (a.s)
Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen peygamberlerden biri. Peygamberler silsilesinin ikinci halkasında
bulunan İdris (a.s) Kur'an-ı Kerîm'de adı geçmeyen Şit (a.s)'den sonra peygamber olmuştur.
İdris (a.s) rivayetlere göre, beyaz tenli uzun boylu, geniş göğüslü, gür sakallı idi.
Yürürken adımını kısa atar, önüne bakarak yürürdü. İlk kez astronomi ve hesap ilmini, geçmiş
zamanların ilimlerini öğrenen İdris (a.s)'dır.
Hz. İdris kavmini putlara tapmaktan şeytana ve Kabiloğullarına tarafgir olmaktan alıkoymuş,
kendisine inanan az bir toplulukla Kabiloğullarıyla savaşmış ve onların bir çoğunu esir
almıştır (bk. İbnu'l-Esir, el-Kâmil, I, 62, 63). Hz. Peygamber (s.a.s) Mirac gecesinde semada Hz. İdris
ile karşılaşmış, Cebrail (a.s)'a "bu kimdir" diye sormuş. Cebrail (a.s) "Bu İdris (a.s)'dır.
Ona selam ver" deyince, Hz. Peygamber ona selâm vermiştir. Hz. İdris selama mukabele ederek "hoş geldin safa
geldin salih kardeş salih peygamber" diyerek hayır dua etmiştir (Buhârı, Enbiyâ, 5).
Kur'an-ı Kerîm'de yer alan İdris (a.s) hakkında dört ayet-i kerime vardır. Bunlardan
ilk ikisi şu şekildedir: "(Ey Muhammed)! Kitapta İdris'e dair söylediklerimizi de an. Çünkü o, dosdoğru
bir peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselttik" (Meryem, 19/56-57). İdris (a.s) hakkında nâzil olan diğer iki
ayet-i kerime şu anlamdadır: "(Ey Muhammed)! İsmail, İdris, Zü'l-kifl hakkında anlattığımızı
da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık. Doğrusu onlar iyilerdendi" (el-Enbiyâ,
21 /85-86).
İdris (a.s) hakkında indirilen bu ayetlerden onun; peygamber, dosdoğru, yüce bir mevkie yükseltilmiş,
sabırlı, Allah'ın rahmetine kavuşmuş ve iyilerden olmak gibi niteliklere sahip olduğu görülmektedir.
İdris (a.s)'e otuz sahife indirilmiştir. Rivayete göre, ilk defa yazı yazan ve elbise dikip
giyen odur. Ondan önce insanlar, hayvan derisi giyerlerdi. Ayrıca üçyüz altmış sene ömür sürdüğü de söylenmektedir.
İdris (a.s)'e göklerin sırları açılmış olup Allah Teâlâ onu diri olarak göğe kaldırmıştır
(Fif Abdu'l-Fettah Tabbar Me'al-Enbiyâ, I, 842).
|
|
|
|
|
|
|
|
Hz. SALİH (a.s)
Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen peygamberlerden biri. Semud kavmine gönderilmiştir. Allah Teâlâ
onu, önceki peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid dininden sapıp kendilerine ilâhlar edinen Semud kavmini uyarmak
için bu kavme peygamber olarak göndermiştir. Ancak Semud kavmi, öteki azgın kavimlerde olduğu gibi onu dinlememişler
ve eziyet ederek, yanlarından kovmuşlardır. Semud kavminin ileri gelenleri onunla alay ederek küçümsemeye çalışmış
ve kendilerini tehdit ettiği azabın gelmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onları şiddetli
bir şekilde cezalandırarak yok etmiştir. Salih (a.s)'ın ve Semud kavminin kıssası sonraki nesillere
ibret olsun diye Kur'an-ı Kerim'de yer almıştır.
Hz. Hud'un vefatından sonra, Semud'un torunları Kuzey Arabistan bölgesine yerleştiler. Kendilerine
köşkler, saraylar inşa ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve
saraylarını bu şekillerle süslediler.
Semud kavmi, tevhit inancını unutup Allah'a ortak koştular ve yapmış oldukları
putlardan kendilerine tanrılar edindiler.
Bu kâvmin ahlak ve fazilet bakımından en üstünü olan Salih'e kırk yaşına geldiği
zaman peygamberlik görevi verildi.
Hz. Salih, kavmine gerçeği bildirdi. Onları doğru olan yola çağırdı. Tebliğde
bulundu;
"Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben
sizden tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbına aittir" dedi.
Salih aleyhisselam gerçekten saygı duyulacak bir insandı. Semud Kavmi de Hz. Salih'i sever, sayardı.
Salih, davetini açıkladıktan sonra durum değişti. Kavmi, Salih'e karşı cephe almaya başladı.
Babalarının yanlış inançlarını sürdürmeyi tercih ettiler. "Babalarımızın taptıklarına
tapmaktan bizi yasaklıyor musun?" dediler.
Semud kavmi, kendi aralarından birisinin gerçeği haber vermesini kabullenemediler, "İçimizden
bir insana mı uyalım?" dediler.
Kavmi, Hz. Salih'i suçlamaya başladı. Terbiyesizlik ettiler. Hz. Salih için "o, şımarık
bir yalancıdır" dediler.
"Onlar yarın kıyamette şımarık ve yalancının kim olduğunu bilecekler.
Ama iş isten geçmiş olacak. Onların yalvarıp yakarmaları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır.
"
Semud kavmi, Hz. Salih'e engel olamayacaklarını anlayınca, onunla uğraşmaktan vazgeçtiler.
Salih peygambere inanan mü'minleri yollarından döndürmeye çalıştılar. Allah'ın elçisini yapayalnız
bırakmak istediler. Mü'minlere; "Salih'in, Rabbı tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu gerçekten
biliyor musunuz?" dediler.
O, gerçek iman mutluluğuna eren insanlar da "Biz, onunla gönderilen her şeye iman ederiz" dediler.
Hiç bir şüpheye yer vermeyen bu kayıtsız şartsız iman karşısında
Semud kavmi'nin inkarcıları şaşkınlığa düştüler; "Sizin inandığınızı
bir inkar ederiz" diyerek vicdanlarını bir kez daha sattılar.
Bu inkarcılar, Hz. Salih'i bozgunculukla suçlarken halkı da inkara zorladılar; "Yeryüzünü
islah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin" dediler.
Hz. Salih sabretti. Ümitsizliğe kapılmadı. Gerçeğe yüzçeviren kavmini putlardan uzaklaştırmaya
çalıştı. Onlara öğütlerde bulundu.
Semud kavmi'nin sapıkları Hz. Salih'e; "Eğer doğru söyleyenlerden isen bir mucize getir"
dediler. Bu istekleri inanmaya yönelmelerinden değildi. Sapkınlıklarına yeni malzeme aramalarındandı.
İstedikleri mucize, dişi ve hamile bir deve idi. Allah, mucize olarak Semud kavmi'ne bu dişi
deveyi verdi. Bu mucize karşısında bazıları iman ettiler, bazıları da inkarlarında
direttiler. Allah elçisi hakkında "amma da sihirbazmış" demek alçaklığında bulundular.
Semud kavmi, bu kez de deveden rahatsız olmaya başladılar. Devenin fazla su içmesinden yakındılar.
Yüce Allah suyu, deve ile Semud kavmi arasında paylaştırdı; "Suyu içme hakkı bir gün onun, bir gün
de sizindir" buyurdu.
Deveyi her gördüklerinde mü'minlerin inancı yenileniyordu. Azgınların da kini artıyordu.
Hz. Salih bu durumu biliyordu. Kavmini uyarıyordu;
"Sakın ona fenalık ile dokunmayın. Eğer dokunursanız sizi büyük bir günün azabı
yakalar" diyordu.
Bu kavmin inkarcıları Salih'in sözlerini dinlemediler. Kendi aralarında Salih'i, mü'minleri
ve dişi deveyi öldürmeyi kararlaştırdılar. Önce, mucize olarak gönderilen deveyi öldürdüler. Bu hareketleriyle
Salih peygamberi ve müminleri yıldırmak, korkutmak istediler. isyanlarını ve kinlerini kustular. "Ey Salih!"
dediler. "Eğer sen gönderilmiş peygamber isen va'dettiğin azabı getir!"
Allah Elçisi yılmadı. Bu azgınlar topluluğuna; Ey milletim! Ben size Rabbımın
risaletini tebliğ ettim. İşe nasihat eyledim. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz" dedi.
Hz. Salih, kavmine iyi muamelede bulundu. Yine kurtuluş yollarını gösterdi. Tevbe etmelerini
öğütledi. "Ey kavmim" dedi. Niçin tevbeden evvel çabucak kötülüğü istiyorsunuz? Allah'tan mağfiretinizi istemeli
değil miydiniz? Belki merhamet olunurdunuz. "
Semud Kavmi bu sözlere kulaklarını tıkadılar. Biz, seninle ve seninle bulunanlar yüzünden
uğursuzluğa uğradık" dediler. Bela ve musibetlere sebep olarak Salih'le mü'minleri gösterdiler.
"O şehirde dokuz kişi vardı ki bunlar yeryüzünde fesat çıkarıyor iyilikte bulunmuyorlardı".
Deveyi öldürten bu adamlar, kötü arzularım devam ettirmek niyetindeydiler.
Bunların hepsi bir araya geldiler. "Gece baskını yapıp Salih'i ve ailesini öldürelim.
Sonra velisine; biz o ailenin helakinde hazır değildik, gerçekten biz doğru söyleyenlerdeniz diyelim" dediler.
Kendi aralarında bu karara vardılar.
anı Yüce Allah, bu olayı şöylece belirtiyor: "Onlar, bir hile düşündüler. Biz de onların
haberleri olmadan hilelerini alt-üst ettik ".
Salih peygambere münkirlerin bu hilesi haber verildi. O da ailesini ve mü'minleri yanına alarak bu şehri
terketti. Böylece hicret olayı da gerçekleşti.
Azgınlar, planlarını uygulamak için geceleyin Salih peygamberin evini kuşattılar.
Evin içinde kimseyi bulamayınca şaşırıp kaldılar.
"Allah'ın azabı onları yakalayıverdi. Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı
tuttu. Yurtlarında yüz üstü düşüp öyle kaldılar. "
Ne kadar inkarcı ve sapkın varsa hepsi de helak oldu. Şehir bir harabe haline dönüştü.
Müminler bir müddet sonra bu harabe haline dönüşen şehre geldiler. Azgınlığın
ve inkarcılığın kötü sonucunu seyrettiler. Mü'min olduklarından dolayı Allah'a şükrettiler.
Salih peygamber mü'minlerle birlikte tekrar hicret ettikleri şehre döndüler. Allah Elçisi Salih (a.s),
müminlere öğütlerde bulundu; onlara, Allah'a kul olmanın sevincini tattırdı.
Her peygamber gibi o da Rabbının rahmetine kavuştu. Ölümsüzlük diyarına ulaştı.
HZ. İSMAİL (a.s)
Kur'an-ı Kerîm'de adı zikredilen peygamberlerden. Kendisine "Allah'ın kurbanı"
anlamına "Zebihatullah" da denir. Hz. İbrahim'in Hacer'den olan büyük oğludur. Kur'an'da on iki yerde ismi
zikredilmekte ve aynı zamanda kendisine vahiy indiği bildirilmektedir (el-Bakara, 2/136; Âlu İmran, 3/84; en-Nisa,
4/163). Hz. İsmail (a.s)'ın bir Resul ve Nebi olduğu, ümmetine Allah'ın emirlerinden olan namaz, zekât
gibi emirleri bildirdiği anlatılmaktadır. Aynı şekilde Hz. İbrahim ve Hz. İshak ile birlikte
Hz. Ya'kub (a.s)'ın ecdadından birisi olduğu (el-Bakara, 2/133) ve İsmail (a.s)'ın babası İbrahim
(a.s) ile birlikte Kâbe'nin temelini yükselten ve O'nun temizliğinden sorumlu kimseler olarak anlatıldığı
görülmektedir (el-Bakara, 2/125 ve 127).
Hz. İsmail Mekke'ye yerleşen Cürhümîlerin çocukları ile büyümüş ve onlardan ok atıcılığını
öğrenmiştir. Eslem kâbilesinden bir grup, yarış için ok atışırken, Hz. Peygamber (s.a.s)
onlara şöyle demiştir: "Ey İsmail oğulları! Ok atınız, sizin atanız da mahir bir ok
atıcı idi" (Buhâri, Enbiyâ, 12). Hz. İsmail iyi bir atıcı ve avcıydı. Mekke'nin harem bölgesinin
dışına çıkarak avlanır ve avlanmayı, ata binmeyi, yabani atları ehlileştirip binmeyi
çok severdi. Peygamber (s.a.s) "At edininiz! Onu miras olarak alın ve miras olarak bırakınız! Çünkü bu
size babanız İsmail'in mirasıdır" (Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-Nihâye, I, 192) buyurmuştur. Hz. İsmail
Arap dilini çok güzel konuşan fasih bir insandı.
Hz. İbrahim Allah Teâlâ'nın emriyle hanımı Hâcer ve oğlu İsmail'i Filistin'den
alıp Hicaz'a götürdü. Hz. İsmail henüz sütte idi. Kâbe'nin daha sonra inşa edildiği yere yakın bir
yerde büyük bir ağacın yanına bıraktı. Yanlarına bir dağarcık hurma ve biraz su koydu.
O zamanlar henüz Mekke şehri kurulmamıştı, her taraf ıssızdı. Hatta su da yoktu.
Hz. İbrahim dönüp giderken Hacer, "Ey İbrahim, bizi bu ıssız ve kimsesiz vadide bırakıp
da nereye gidiyorsun?" dedi. Hacer tekrar, "Ey İbrahim! Bizi burada bırakmanı sana Allah mı, emretti?"
diye seslendi. Hz. İbrahim, "Evet Allah emretti" deyince, Hacer, "Öyleyse Allah bize yeter, bizi o korur" diyerek Allah'a
tevekkül etti. İbrahim Seniye mevkiine gelince Kâbe'nin bulunduğu tarafa yönelerek şöyle dua etmiştir:
"Ey Rabbimiz, ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes olan evinin yanında ekin bitmez bir vadiye
yerleştirdim. Şunun için ki, Rabbimiz (orada) namaz (ların)'ı dosdoğru kılsınlar. Artık
sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır
ki (verdiğin nimete) şükretsinler" (İbrahim, 14/37).
Aradan günler geçti. Yanlarındaki su ve hurma bitti. Etrafta kimseler yoktu, çocuk susuzluktan ağlıyordu.
Hacer su aramaya başladı. Safa tepesine çıktı, etrafa baktı kimseyi göremedi. İndi;
koşarak Merve'ye geldi; etrafına bakındı, kimseyi görmedi. Bir yudum su bulmak için Safa ile Merve arasındaki
bu gidiş gelişi yedi defa tekrar etti. Yedinci defa Merve'ye çıktığında şimdiki Zemzem
kuyusunun bulunduğu yerde bir melek gördü. Ayağının ökçesiyle yeri eşiyordu. Oradan su çıkmıştı.
Diğer bir rivayete göre çocuk ayağı ile (veya eli ile) kumları eşelemeye başlamış
ve oradan bir su çıkmıştır. Hacer gelip kana kana içti, çocuğuna da içirdi.
Hz. Hacer su boşa akmasın diye gölet yapıp suyu muhafaza etmeye çalışıyor,
bir yandan da avuçlarıyla kırbasını dolduruyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu şöyle anlatmıştır:
"Allah İsmail'in annesi Hacer'e rahmet eylesin! Eğer o Zemzem'i kendi haline bıraksaydı da, soyu avuçlamasaydı,
muhakkak ki Zemzem akar bir kaynak olurdu" (Buhârî, Enbiyâ, 9).
Hz. Hacer'in suyu bulmasından sonra Mekke vadisinden geçen Cürhümîlerden bir grup vadinin üstünde bir
kuş gördüler. Bu kuşun su olan yerde uçtuğunu bilen Cürhümîler daha önce bu vadide bir su kaynağı
yoktu. Acaba, yeni bir su kaynağı mı bulundu diye içlerinden birisini kontrol için gönderdiler. Suyu haber
alınca, gelip su başına yerleşmek için Hz. Hacer'den izin istediler. Suda bir hak iddia etmemek şartıyla
Hz. Hacer onlara izin verdi. Hz. İsmail fasih arapçayı bunlardan öğrendi, gençlik yaşına gelince
Cürhümîler içlerinden bir kızla Hz. İsmail'i evlendirdiler. Bu evlilikten sonra Hz. Hacer vefat etti.
Hz. İbrahim oğlunun durumunu kontrol için Mekke'ye geldi. Hz. İsmail'in evine geldiğinde
onu evde bulamadı. Hz. İsmail'in hanımı ile aralarında şu konuşma geçti:
"İsmail nerede?" diye sordu. Hz. İsmail'in hanımı;
"Rızık temin etmek için ava gitti" dedi.
"Geçiminiz nasıl?" diye sordu.
"Darlık içindeyiz, durumumuz kötü" diye cevapladı.
Hz. İbrahim; "Kocan geldiğinde selâm söyle, kapısının eşiğini değiştirsin"
dedi ve gitti.
smail avdan dönünce hanımıyla aralarında şu konuşma geçti. İsmail (a.s):
"Evimize gelen oldu mu?"
"Evet, yaslı bir adam geldi, seni sordu, cevap verdim. Geçimimizi sordu "darlık içindeyiz" dedim".
Hz. İsmail, "sana bir şey tenbih etti mi?" dedi. Kadın, "Sana selâm söylememi istedi ve "kapının
eşiğini değiştirsin" diye tenbih etti" dedi. İsmail (a.s) durumu anladı ve:
"O gelen ihtiyar babamdı. Senden ayrılmamı istiyor, artık evine dön dedi."
Böylece İsmail ilk eşinden boşandı. Bir müddet sonra Cürhümîlerden başka bir kızla
evlendi.
İbrahim (a.s) Mekke'ye geldi. Yine İsmail (a.s) ava gitmişti. Hanımıyla aralarında
yukarıdakine benzer şekilde bir konuşma geçti. Ancak kadın geçimlerinin ve kocasının iyi olduğunu
söyledi. Daha sonra İbrahim: "Kocan geldiğinde ona selâm söyle, kapısının eşiğini güzel
tutsun" dedi.
İsmail avdan gelince hanımı olanları anlattı. İsmail: "O babamdı. Sen
de evimin eşiğisin. Seni hoş tutmamı emrediyor" (Buhârî, Enbiyâ, 9) dedi.
Hz. İbrahim zaman zaman Şam'dan gelip oğlunu ve hanımı Hacer'i ziyaret ederdi. Bir
defa rüyasında oğlu İsmail'i kurban ettiğini görmüştü. Rüya üç gece aynen tekerrür edince Hz. İbrahim
durumunu oğluna açıp:
"Ey oğulcuğum, rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm, buna ne dersin? dedi. Hz. İsmail;
"Babacığım, emrolunduğun şeyi yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın, diye cevap
verdi" (es-Saffat, 37/102).
Hz. İbrahim ve İsmail'in bu teslimiyetini Allah mükafatlandırdı. İsmail'in yerine
büyük bir kurbanlık verdi (es-Saffat, 37/107).
Ancak Yahudiler Hz. İbrahim (a.s)'ın kurban ettiği oğlunun Hz. İsmail değil
Hz. İshak olduğunu iddia ederler (bk. Ali el-Muttekî el-Hindî, Kenzu'l Ummâl, XI, 490).
Bu konuda bazı zayıf rivayetler varsa da Yahudilerin bu iddialarının asıl sebebi
kıskançlıklarıdır. Halife Hz. Ömer b. Abdülaziz müslüman olan bir Yahudi alimine "Hz. İbrahim'in
hangi oğlunu kurban etmesi emrolundu?" diye sormuştu. Bu zat şöyle dedi: "Vallahi, Allah İsmail'in kesilmesini
emretmişti. Bunu Yahudiler de bilirler. Ancak Yahudiler Arapları kıskanırlar. Babanız İsmail'in
kurban edilmesi hakkındaki ilahi emre boyun eğişi ve sabrının Allah tarafından övülmesini çekemezler
de bu fazileti kendi ataları olan İshak (a.s)'a vermek isterler" (Taberî, Tarih, I, 138,139).
Hz. İbrahim'in Mekke'ye yaptığı bir sefer sırasında Allah tarafından Kâbe'yi
yapması emredilmişti. Oğlu İsmail ile birlikte Kâbe'yi yaptılar (el-Bakara, 2/127; el-Hacc, 22/26-27).
İs mail (a.s) tas getiriyor, İbrahim (a.s) duvar örüyordu.
Babasının vefatından sonra Hz. İsmail, Hicaz halkına peygamber oldu. Bu husus Kur'an-ı
Kerîm'de: "Kitap (Kur'an) da İsmail (a.s)'ı de an ki 0, va'dinde sadık rasûl ve nebî idi. O ehli (kavmi)ne
namaz ve zekatla emrederdi ve O Rabbi Teâlâ'nın yanında (söz ve hareketleriyle) makbul idi" (Meryem, 19/55-56) buyurulur.
Nakledildiğine göre Hz. İsmail babasının vefatından kırk yıl sonra 137
yaşında vefat etmiş ve Hacer'in Hicr'deki kabrinin yanına defnedilmiştir. Arapların el-Musta'rebe
grubu Hz. İsmail (a.s)'in oğullarından çoğalmış olup, bunların kökü Adnan'a dayanır.
Hz. İsmail'in kabri Harem'deki Hicr denilen yerdedir (Ali el-Muttekî el-Hindi, Kenzu'l-Ummâl, XI, 490).
Hz. YA'KUB (a.s)
Kur'ân'da adı geçen peygamberlerden biri.
Ya'kûb (a.s)'ın soyu, İshâk (a.s) vasıtasiyle İbrahim (a.s)'a dayanmaktadır. O,
İshak (a.s)'ın ve İshak (a.s) da İbrahim (a.s)'ın oğludur. Annesinin adı Refaka'dır.
Kardeşi Ays ile beraber, ikiz olarak doğmuştur. Kardeşinin ardından doğduğu için ona Ya'kûb
denmiştir.
Ya'kûb (a.s)'ın diğer bir adı da İsrail'dir. Kardeşi Ays'tan kaçarak dayısının
yanına giderken gündüzleri saklanmış ve geceleri yürümüştür. Bundan dolayı kendisine İsrâil
denmiştir. Kelime olarak İsrâil geceleyin (Allah'a) yürüyen demektir (et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I,162
vd.).
Ya'kûb (a.s)'ın doğumu ve peygamberliği daha önceden müjdelenmişti. Onun bu durumu Kur'ân'da
şöyle haber verilmiştir:
Biz ona (İbrahim (a.s)'ın hanımına) İshâk'ı müjdeledik. İshâk'ın
ardından da (torunu) Yaküb'u"(Hûd, 11/71).
Bu âyette aynı zamanda, Yakûb (a.s)'ın yukarıda sunulan soyu da dile getirilmiştir.
Ya'kûb (a.s), önce dayısı Lebân'ın büyük kızı Leyya ile ve ondan sonra ad küçük
kızı Râhil ile evlenmiştir. Leyya'dan Rabil, Yehuza, Şem'ûn ve Lavi adındaki oğulları doğmuştur.
Râhil'den de Yûsuf ve Bünyamin dünyaya gelmiştir. Ya'kflb (a.s)'ın diğer iki hanımından altı
oğlu daha vardı. Toplam on iki erkek evlada sahipti (İbn Kuteybe, Kilabu'l-Meârif, Beyrut 1970,19; İbn
Haldun, Tarih, Beyrut, 1971, I, 39).
Kur'ân'ın birçok yerinde Ya'kûb (a.s)'ın peygamberliğinden ve çeşitli faziletlerinden
bahsedilmektedir. Onun peygamberliğini dile getiren bazı âyetlerin meâli şöyledir:
Nihayet (İbrahim) onlardan ve Allah'ın dışında taptıkları şeylerden
uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman, biz ona İshâk'ı ve Ya'kub'u bağışladık
ve her birini peygamber yaptık. Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk ve kendilerine güzel ve üstün bir
şan, şöhret nasip ettik" (Meryem, 19/49, 50).
"Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sona da vahyettik. Nitekim İbrahim'e,
İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsâ'ya, Eyyüb'e, Yûnus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş
ve Davud'a da Zebur'u vermiştik" (en-Nisâ, 4/163).
Ya'kub (a.s)'ın kuvvetli, basiretli ve halis (samimi) bir kişiliğe sahip olduğunu anlatan
bazı âyetlerin meâli de şöyledir:
Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshâk'ı ve Ya'kûb'u da an. Biz onları
ahiret yurdunu düşünme özeliğiyle temizleyip, kendimize hâlis kul yaptık" (Sâd, 38/45, 46).
O, diğer peygamberler gibi Allah'ın hidâyetine erdirilen ve güzel davranan yüce bir kişi idi.
Kur'ân'da bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
"Biz ona (İbrahîm'e) İshâk'ı ve İshâk'ın oğlu Ya'kûb'u da hediye ettik. Hepsine
de doğru yolu gösterdik. Nitekim daha önce Nûh'a ve onun soyundan Dâvud'a, Süleyman'a, Eyyûb'e Yûsuf â Musa'ya ve Harûnâda
yol göstermiştik. Biz güzel davrananlara böyle karşılık veririz" (el-En'âm, 6/84)
Bir de Ya'kub (a.s) rüya tabir etmeyi de bilirdi. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususu şöyle
haber vermiştir:
"Hani bir zaman Yûsuf babasına: Babacığım, ben (rüy'a) on bir yıldız, güneşi
ve ayı gördüm. Bunları hepsinin bana secde ettiklerini gördüm, demişti. (Babası Ya'kub ona şöyle
demşti): Yavrum, rü'yanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insana apaçık
bir düşmandır! Böylece Rabb'in seni seçecek ve sana rü'yada görülen olayların yorumunu (veya Allah'ın
kitabının ve peygamberlerin sünnetlerinin inceliklerini) öğretecek. Sana ve Ya'kûb soyuna nimetini tamlayacaktır.
Nasıl ki ataların İbrahim'e, ve İshâk'a da nimetini tamamlamıştı. Şüphesiz Rabb'in
bilendir, hikmet sahibidir" (Yûsuf, 12/4, 5, 6).
Ya'kûb (a.s) bitmeyen tükenmeyen güzel bir sabra sahipti. O, sabrıyla ve ümidiyle örnek bir peygamberdi.
Kendisi, evlad acısı ve evlad ihanetiyle imtihan edildi. Kur'ân'da, onun hayatı, Yûsuf (a.s)'ın hayatı
ile iç içe anlatılmıştır. Ya'kûb (a.s)'ın gözlerinin kaybolmasına, saçlarının ağarmasına
ve belinin bükülmesine sebep olan bu evlad imtihanı ve onun örnek sabrı, Kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:
"(Ya'kûb kendisine hıyanet eden çocuklarına şöyle dedi): Herhalde, nefisleriniz size bu işi
süsleyerek sizi ona sürükledi. Artık bana güzelce sabretmek kalıyor. Belki de Allah, onların hepsini bana getirir.
Çünkü O, bilendir, herşeyi hikmetle (yerli yerince) yapandır. Ve yüzünü onlardan çevirdi de: "Ey Yûsuf üzerindeki
tasam (gel, gel tam senin gelme zamanındır)! " dedi ve tasadan gözlerine ak düştü. (Acısını)
yutkunuyor (açığa vurmamaya çalışıyordu). Dediler ki: "Vallahi sen, Yûsuf'u ana ana hasta olacaksın,
yahut öleceksin!" (Ya'kûb aleyhisselâm onlara): "Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a şikayet ederim ve Allah
tan sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" dedi. (Ondan sonra şöyle devam etti): "Ey oğullarım, gidin,
Yûsuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Zira, kafir kavimden başkası
Allah'ın rahmetinden ümit kesmez!" (Ya'kûb'un oğulları tekrar Mısır'a Yûsuf'un yanına döndüklerinde
dediler ki: "Ey vezir, bize ve çocuklarımıza darlık dokundu, değersiz bir bir sermaye ile geldik. Ama
sen bizim için tam ölçü ver, bize tasadduk eyle. Çünkü Allah, tasadduk edenleri mükafatlandırır." (Yûsuf) dedi:
"Sizler cahil iken, Yûsuf'a ve kardeşine yaptığınız(ın kötülüğünü) bildiniz mi (bundan
tevbe ettiniz mi)?" "A, yoksa sen, sen Yûsuf' musun?" dediler. "Ben Yusuf'um, bu da kardeşindir" dedi (ve şöyle
devam etti): "Allah bize lütfetti. (Bizi korudu, yüceltti). Kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, Şüphesiz Allah, iyilik
edenlerin ecrini zayi etmez" "Vallahi, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik!
dediler (Yûsuf onlara): "Bu gün sizi kınama yok. Allah sizi bağışlar. O, merhametlilerin merhametlisidir.
Şimdi şu gömleğimi götürün, babamın yüzüne koyun da gözü açılsın. Ve bütün ailenizle birlikte
bana gelin" dedi. Kervan (Mısır'dan) ayrılıp yola koyulunca, babaları, (yanında bulunanlara):
"Eğer bana bunak demezseniz, (inanın ki) ben Yûsuf'un kokusunu duyuyorum"dedi. "Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığın
içindesin" dediler. Müjdeci gelip de (Yûsuf'un gömleğini) (Ya'kûb)'un yüzüne koyunca, derhal (gözü açıldı),
görür oldu. "Size demedim mi ben, Allah'tan sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim?" dedi. (Oğulları): "Ey
babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Gerçekten biz günah işledik"dediler.
(Ya'kub onlara): "Sizin için Rabb'ime istiğfar edeceğim. Şüphesiz O, bağışlayan, esirgeyendir"dedi.
(Hep beraber Mısır'a hareket ettiler.) Nihâyet Yûsuf'un yanına vardıklarında, (Yûsuf) ana-babasını
kendisine çekip kucakladı ve: Âllah'ın dileğiyle, güven içinde Mısır'a girin!"dedi. Anasını
babasını tahtı üstüne çıkardı ve hepsi onun için secdeye kapandılar (ona kavuştukları
için Allah â şükür secdesi yaptılar veya onun önünde saygı ile eğildiler. Yûsuf: "Babacığım,
işte bu, önceden (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabb'im onu gerçek yaptı. Bana iyilik etti. Zîra şeytan,
benimle kardeşlerim arasına fitne soktuktan sonra, O, beni zindandan çıkardı. Sizi de çölden getirdi.
Gerçekten Rabb'im, dilediği şeyi çok ince düzenler. O (her tedbiri) bilen, her şeyi yerli yerince yapandır"
dedi. "(Yûsuf, 12/83-100).
Bu âyetlerde de ifade edildiği gibi, Ya'kûb (a.s)'in çocukları, neticede yaptıklarına
pişman oldular. Babalarından ve kardeşleri Yûsuf (a.s)'dan özür dilediler. Babaları Ya'kûb (a.s) ve kardeşleri
Yusuf (a.s) onları bağışladılar ve onlar için Allah'a yalvarıp dua ettiler. Cebrâil (a.s), Ya'kûb
(a.s)'a gelerek, çocukları için yaptığı duasının kabul edildiğini ve çocuklarının
Allah tarafından bağışlandıklarını müjdeledi (es-Salebî, el-Arais, Mısır 1951,140
vd.).
Yak'ub (a.s) da diğer peygamberler gibi insanları Allah'a inanmaya ve O'na ibadet etmeye çağırdı.
Kendisi bu yolda fevkalade örnek bir hayat yaşadı.
Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiği gibi, Yakub (a.s), İbrâhim (a.s)'ın yaptığı
gibi, ruhunu teslim etmeden önce, çocuklarına vasiyette bulundu: "O zaman (Yâ'kûb), oğullarına; "Benden sonra
neye kulluk edeceksiniz?" demişti. (Onlar da): "Senin Rabb'in ve ataların İbrâhim, İsmâil ve İshâk'ın
Rabb'i olan tek Allah'a kulluk edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız" dediler" (el-Bakara, 2/133).
Hz. DAVUD (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen İsrailoğulları peygamberlerinden biri.
Yahuda kabilesinden İsa (Yasa)'nın sekizinci oğludur.
İnsanoğlu yoldan çıkıp da bataklığa düştükçe, yüce Allah, onlara peygamberler
göndermiştir. Onlar bu peygamberler vasıtasıyla uyarılmıştır. İsrailoğullarına
da peygamberler gönderilmiştir. Onlar, umumiyetle bu peygamberlere isyan hatta ihanet etmişlerdir.
Hz. Musa'nın vefatından sonra, yine İsrailoğulları isyanın karanlığına
daldılar. Azgınlık yaparak Hz. Musa'nın Allah'tan getirdiği akîdeyi terk etmeye başladılar.
Cenâb-ı Allah, onların üzerlerine başka bir kabîleyi musallat etti.
Hz. Musa'nın vefatından sonra İsrailoğullarının idaresi Yuşa'ya kaldı.
İsrailoğullarını çölden çıkararak onları dedelerinin ülkesine yerleştirdi. Bu ülke, Hz.
Yakub'un yaşadığı Ken'an bölgesi olup, İsrailoğulları için mukaddes ülke sayılır.
İsrailoğulları Hz. Musa'nın vefatından sonra Filistin çevresine yerleşmiş
bulunan Amâlika Kabilesi ile karşı karşıya geldiler. İsrailoğulları Amâlika ile yaptıkları
bir savaştan mağlup çıktılar. Kendilerini toparlayarak yeniden bu düşman ile çarpışmak
istediler. Yüce Rabbimiz onların bu durumunu şöylece anlatmaktadır: "İsrailoğullarından bir
cemaat Musa'dan sonra peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım" dediler. Peygamber.
"Size muharebe farz olunursa korkarım ki, savaşmazsınız" dedi. Onlar: "-Niçin Allah yolunda savaşmayalım?
Yurdumuzdan ve evlatlarımızın yanından çıkarıldık" dediler. Onlara farz kılındığında,
birazı müstesna olmak üzere, savaştan yüz çevirdiler. " (el-Bakara, 2/246)
"Peygamberleri onlara: Allah, Teâlâ size hükümdar olarak gönderdi dediğinde, onlar: O, bize nasıl
hükümdar olur? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız. Onun malı da çok değildir. dediler. Peygamber.
"Allah onu, sizin üzerinize namaz kıldı. Ona ilimde ve cisimde fazlalık (üstünlük) verdi. Allah, mülkü dilediğine
verir. " (el-Bakara, 2/247).
İsrailoğulları tarafından kutsal kabul edilen bir sandık vardı. Kur'ân-ı
Kerim'de bu sandığa "Tâbût"* adı verilmektedir. Amâlikalılarla yapılan savaş sonucunda bu sandık
Câlût (Golyat)'ın eline geçmişti. İsrailoğulları bunun acısını duyuyorlar, fakat Tâlût'un
da hükümdarlığına itiraz etmekten geri kalmıyorlardı.
"Peygamberleri onlara şöyle dedi: Onun hükümdarlığına alamet; size, içinde Rabbiniz tarafından
sekînet ve Musa ailesi ile Harun ailesinin mirası bulunan Tâbût'u meleklerin yüklenip getirmesidir. Eğer siz iman
edenlerdenseniz, bunda sizin için ibret ve mûcize vardır. " (el-Bakara, 2/248). Tâbût'un İsrailoğullarının
eline geçmesi onları yüreklendirdi. Yeniden toparlanarak Amâlika kabilesi üzerine yürüdüler. Tâlût, İsrailoğullarına
öğütte bulundu. Onlara şöylece seslendi: "Allahu Teâlâ sizi bir nehir ile imtihan ediyor. O nehirden içen benden
değildir. Ondan eli ile ancak bir avuç içen bendendir" dedi. Onların pek azı müstesna, diğerleri içti.
Tâlût ile iman edenler nehri geçtiklerinde: Bugün Câlût ve askerlerine karşı duracak takat bizde yoktur dediler.
Allah'a kavuşacaklarını bilenler. Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izni ile daha çok olana
galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir. ' dediler. " (el-Bakara, 2/249)
Amâlika ordularının başında Câlût (Golyat) bulunuyordu. Câlüt'un ordusuyla karşı
karşıya gelen mümin kitle şöyle dua etti: "Ya Râb, üzerinize sabır ve sebat ihsan eyle, ayaklarımızı
sabit kıl ve kâfir kavme karşı bize yardım et. " (el-Bakara, 2/250)
Tâlût'un ordusunda Dâvûd (a.s.) bulunuyordu. Dâvûd (a.s.), Hz. Yakub'un neslinden idi. İsrailoğullarından
olan Dâvûd, daha küçük yaşta bir delikanlı iken, hak davanın amansız düşmanı, zorba ve güçlü
ordulara sahip olan Câlût ile yaptığı mücadeleyi kazanmış ve bu savaşta Câlût'u sapan taşıyla
öldürmüştü. Bu olayda Allah'a tevekkül eden müminlerin zalimleri nasıl yendiği gösterilmektedir.
Câlût, zalim zengin ve korkunç bir hükümdardı. Onun açıkça belli olan büyük üstünlüğü vardı.
Fakat Allahu Teâlâ, o zaman işlerin yalnız zahiriyle meydana gelmeyip, gerçek anlamıyla vukû bulduğunu
göstermek istedi. İşlerin hakikatini sadece O bilir. Her şeyin ölçüsü yalnız O'nun elindedir. Aslında
insanlara güçlü görünenin zayıf, zayıf görünenin de Allah'ın yardımıyla güçlü olduğu ölçüsü
Allahu Teâlâ'ya aittir. İnsanlar ise vazifelerini yerine getirmek, Allah'u Teâlâ' ya verdikleri ahitlerini ifa etmekle
yükümlüdürler. Bundan sonra Allah'ın istediği şeyler istediği şekilde olur. İnsanlara, kendilerini
korkutan zâlimlerin zayıf, çok zayıf olduklarını, Allah onların ölmesini istediği zaman küçücük
delikanlıların bile mağlup edebileceğini göstermek için bu zalim diktatörün ölümünü, daha genç bir bir
delikanlı iken Hz. Dâvûd'un eline verdi. Burada Allah'u Teâlâ'nın tahakkukunu istediği gizli başka hikmetler
de vardı. Allah, Tâlût'dan sonra mülkü Hz. Dâvûd'un almasını ve onun yerine oğlu Süleyman (a.s.)'ı
varis kılmayı istedi. Bu sebeple Hz. Dâvûd (a.s.)'ın gücü, Câlût'u öldürmesiyle gösterilmiş oluyordu.
"Allah'ın izniyle, onları hemen hezimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü. Allah
ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğu şeylerden de ona öğretti." (el-Bakara, 2/251).
Câlût'un öldürülmesiyle Amâlikalılar bozguna uğradılar, darmadağın oldular. Bu olaydan
sonra halk, Hz. Dâvûd (a.s.)'a daha çok sevgi ve saygı göstermeye başladı.
Tâlût'un ölümünden sonra yerine Dâvûd (a.s.) geçti. Ona hem yönetim, hem peygamberlik verildi; "...Dâvûd'a
dağları ve kuşları boyun eğdirdik. Onunla beraber tesbih ediyorlardı. Biz (bunları) yaparız."
"Ona, sizi savaşın Şiddetinden korumak için zırh yapmayı öğretmiştik. Ama siz, şükrediyor
musunuz ki?" (el-Enbiya, 21/78, 80)
"Andolsun Dâvûd'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. Ey dağlar, onunla beraber tesbih edin
ve ey kuşlar (siz de). Ve ona demiri yumuşattık.", "Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü
yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben, yaptıklarınızı görmekteyim. diye vahyettik." (Sebe,
34/10-11). Hz. Dâvûd (a.s.) hakkında Kur'ân-ı Kerim'den gelen rivâyetler; Dâvûd'un çok güzel bir sesi olduğunu,
kendisine verilen Zebur'u okumaya başlayınca, dağların ve kuşların onu dinlemek üzere etrafında
toplandıklarını bildirmektedir. Zebur dört büyük semâvî kitaptan birisi olup, yüzelli sûreden ibarettir. Bu
kitap, şer'î hükümleri taşımadığı için Hz. Dâvûd, Hz. Musa'nın şerîatı ile hükmetmiştir.
Yahudi kaynaklarında Hz. Dâvûd'un, Mizmar denen bir musiki âleti çaldığı kayıtlıdır.
Kur'ân'da da: "(Her taraftan) gelen kuşlar da ona icabet ederler, hepsi onun nağmesine katılırlardı
", "Onun mülkünü kuvvetlendirmiştik. Kendisine hikmet ve açık konuşma, güzel konuşma vermiştik. "
(Sad, 38/19-20) buyuran Allah, aynı sûrenin 21. âyetinde, Hz. Dâvûd (a.s.) zamanında olan bir hâdiseyi de, Hz. Muhammed
(s.a.s.)'e şöyle haber vermiştir: "Dâvûd'un yanına gelmişlerdi de, onlardan korkmuştu. Korkma dediler,
Biz, iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet.
Zulmetme. Bizi yolun ortasına (adalete) götür. " (Sad, 38/22)
Kur'ân'da anlatıldığına göre bunlar iki kardeştiler. Birisinin doksandokuz koyunu,
ötekinin bir tek koyunu vardı. Böyle iken doksandokuz koyunu olan öteki kardeşinin tek koyununu ister, aralarında
tartışma çıkar. Tek koyunu olanı bu tartışmayı kaybeder. Hz. Dâvûd (a.s.)'a müracaat ederler.
O, davacı olanlardan birini dinler, ötekini dinlemeden hükmünü verir. Bunu da Allah'u Teâlâ'nın kendisini imtihanı
sanır. Ancak bu yaptığı hareket sebebiyle Allah'dan mağfiret dileyip secdeye kapanır, tövbe
eder. Allah, onu affettiğini bildirir ve ona şu vahyi indirir: "Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin
yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma. Sonra seni Allah yolundan saptırır.
Allah'ın yolundan sapanlara, Allah'ın hesap gününü unuttuklarından dolayı, çetin bir azap vardır.
" (Sad, 38/26)
İsrailoğulları, Hz. Dâvûd zamanında en parlak dönemlerini yaşamışlardır.
Dâvûd (a.s.) Kudüs'ü fethetmiş, kendisine başkent yapmıştı.
Hz. Dâvûd, hem hükümdar, hem peygamberdi. Bir nimet olarak bu iki özellik ona verilmişti. O, İsrailoğullarını
kırk yıl yönetti ve Rabbine kavuştu. Hz. Dâvud (a.s.)'ın yerine oğlu Hz. Süleyman (a.s.) geçti ve
ona da peygamberlik geldi. Hz. Dâvûd, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi.
Abdullah b. Amr'dan rivâyetle, Abdullah, her gün gündüzleri oruç tutar, geceleri de (nâfile) namaz kılardı.
Onun bu durumu Rasûlullah'a bildirildiğinde Hz. Peygamber onu çağırdı ve şöyle buyurdu: "Bir gün
oruç tut, bir gün iftar et. İşte bu Dâvûd (a.s.)'ın orucudur."
Bir başka rivayette ise, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Allah'u Teâlâ ya en sevimli
oruç, Dâvûd (a.s.)'ın orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allah'a en sevimli namaz da Dâvûd namazı
idi. O, her gecenin yarısında uyur. Üçte birinde (nafile) namaz kılardı. Altıda birinde de yine uyurdu."
(Müslim, Siyam, 183; Nesâî, Siyam, 69).
Hz. İLYAS (a.s)
Kur'an-ı Kerîm'de ismi geçen peygamberlerden biri. Hz. Musa (a.s)'dan sonra gelen nesebi Hz. Harun (a.s)'a
dayandığı rivayet edilen bir İsrailoğulları Peygamberi.
Hz. Musa'dan sonra İsrailoğullarının çeşitli boyları. Şam civarına
yerleşmiştir. Şam bölgesindeki "Bek" şehrine yerleşen ve zamanla Allah'a isyan ederek haddi aşan
bir Benu İsrail kabilesine Hz. İlyas (a.s)'ın gönderildiği rivayet edilmektedir. İlyas (a.s) Kur'an-ı
Kerîm'de iki değişik sûrede anılmıştır. Bir yerde diğer Peygamberler ile birlikte ismi
geçmiştir: "(İbrahim'e) Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da bağışladık. Hepsi
salihlerdendi" (el-Enbiya, 21/85). Diğer sûrede ise İlyas (a.s)'ın kıssası özetle anlatılmıştır.
Musa ve Harun (a.s)'dan bahsedilmiş, onların Allah'ın salih kulları olduğu anlatıldıktan
sonra İlyas (a.s)'ın kıssasına geçilmiştir: "Muhakkak İlyas da peygamberlerdendi" (es-Sâffat,
37/123). Bu ayet-i kerime İlyas (a.s)'ın etrafında Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından oluşturulmuş
olan efsanevî kimliği aralamakta, onun Allah'ın diğer Peygamberleri gibi bir peygamber olduğunu anlatmaktadır.
Buhârî, Kitâbu'l-Enbiyâ bölümünde İlyas (a.s) için bir bab açmış ve onun kıssasını anlatan es-Sâffât
suresindeki ayetleri bu babda zikretmiştir. ibn Mes'ûd ve ibn Abbas'ın rivayetine göre Hz. ilyas ile idris (a.s)
aynı şahıstır (Buhârî, Enbiyâ, 4). idris (a.s) da Nuh (a.s)'ın babasının dedesidir (Buhâri,
Enbiyâ, 5).
İlyas (a.s) Peygamber olarak gönderildiği insanları dine davet etmiştir: "(Hz. İlyas)
milletine: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin
de Rabbınız önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Ba'l putuna mı
taparsınız?" demişti (es-Sâffât, 37/124-126).
Ayet-i Kerime'de geçen "Ba'l" o kavmin tapındığı putun ismidir. Oturduğu şehirlerinin
ismi "Bek" olan bu halkın, tapındıkları puttan dolayı şehirlerinin isminin "Ba'lebek" olduğu
rivayet edilmektedir.
Rivayete göre Hz. İlyas İsrailoğullarına Hızkil (a.s)'dan sonra gönderilmiştir.
İnsanları Allah'a imana çağıran Hz. İlyas, kavminin Ba'l putuna tapmamasını emretmiştir.
O bölgenin kralı önce iman etmesine rağmen daha sonra irtidat ederek Hz. İlyas (a.s)'ı öldürmeye kalkmıştır.
Hz. İlyas yedi sene kadar dağlarda bayırlarda dolaşmış, insanları Tevrat'ın emirlerine
davet etmiş, iman etmemeleri üzerine, o beldeye üç yıl hiç yağmur düşmemiştir. Daha sonra Hz. İlyas'ın
duasıyla yağmur yağmasına rağmen yine İlyas (a.s)'a iman etmemişlerdir. Kendisinden sonraki
Benûisrail Peygamberlerinden Kur'an'da ismi zikredilen Elyas'a (a.s)'ı Hz. İlyas yetiştirmiştir. Rivayete
göre kavminin imansızlığına kızan İlyas (a.s), Allahu Teâlâ'dan kendisini gökyüzüne kaldırması
için dua etmiş, bunun üzerine belirlenen bir yerde yanında Elyas'a (a.s) da varken gökten gelen ateş gibi bir
ata binip havalanmış, nübüvvet simgesi olarak da aşağıda kalan Elyas'a hırkasını atmış
ve semâya refedilmiştir.
Ancak şurası unutulmamalıdır ki bu rivayetler İsrailoğullarının Tevrat
kökenli rivayetleridir. İşin doğrusunu en iyi Allah bilir (İbn Kesîr, Tefsiru'l Kur'ani'l Azîm, VII, 31).
Hz. İlyas (a.s)'ın, Hızır (a.s) ile yılda bir kez buluştuğuna inanılır, halk
arasında bu buluşma Hızır İlyas (Hıdrellez*) şeklinde simgelenmiştir.
HZ. ELYESA' (a.s.)
İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerden biri.
Elyesa' (a.s.)'ın ismi Kur'an'da iki defa geçmekte (el-En'âm, 6/86 ve Sid, 38/48). Ahd-i Atık'te
de Elîşa' seklinde zikredilmektedir (Ahd-i-Atık, I. Kırallar, XIX, 16, 17, 19). İslâm kaynakları
ondan Elyesa' b. Uhtûb ismiyle bahsederler.
Elyesa' (a.s.), küçüklüğünde kötürüm bir vaziyetteydi. O sırada İsrailoğullarının
peygamberi olan Hz. İlyâs, bir gün yahudilerin azgınlığından kaçarak dul bir kadın olan Elyesa'ın
annesinin evine sığınmış, kendisini koruyan bu kadının kötürüm oğluna yaptığı
dua kabul olunarak Elyesa' sıhhatine kavuşmuştu. Bunun üzerine Elyesa', Hz. İlyâs'a iman edip ona tâbı
oldu, hizmetinde bulundu, her gittiği yere onunla birlikte gitti.
Hz. İlyâs'tan sonra İsrailoğullarının ıslâhı ile meşgul olan, onlara
va'z ve nasihatlerde bulunan Elyesa' (a.s.) Cenâb-ı Hak tarafından peygamberlikle görevlendirildi. Hz. Elyesa',
hak dini tebliğ görevini var gücüyle yerine getirmeye çalışmasına rağmen İsrâiloğulları
günden güne azıtıyorlardı.
Tevhîd düşüncesini yerleştirdikten sonra ruhunun alınmasını niyâz eden Elyesa' (a.s.)'ın
bu duası kabul olundu ve o, yerine halef olarak Zü'l-Kifl (a.s.)'ı bırakarak vefât etti.
Hz. ZEKERİYYA (a.s)
Kur'ân'da adı gelen peygamberlerden biri. Soyu Dâvud (a.s)'a dayanmaktadır. Kur'ân'da anılan
duâlarından (Meryem, 16/6) anlaşıldığına göre, soyu daha sonra Yâkub (a.s)'a varmaktadır
(el-Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Kahire 1967, XI, 82; er-Razî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, V, 769).
Zekeriyya (a.s) İsrâiloğullarının peygamberi olduğu gibi, aynı zamanda onların
bilgini, reisi ve müşaviri yani danışmanı idi (es-Sa'l-ebî, el-Arais, 1951, 372).
Onun hakkında çeşitli âyet ve hadisler vardır. Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre, Hz.
Muhammed (s.a.s);" "Zekeriyya (a.s) marangoz idi"(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Mısır, 1954, II, 405) diyerek O'nun
elinin emeği ile geçinen bir sanat ehli olduğunu haber vermiştir.
Zekeriyya (a.s)'ın hanımı İsa (a.s)'ın annesi Meryem'in teyzesi İşâ idi.
Zekeriyya (a.s) da, Meryem'e bakmakla meşgul oluyordu. O'na Beyt-i Makdis'te bir yer yapmıştı. O'nun odasına
her girdiğinde, yanında kış mevsiminde yaz meyvesini ve yaz mevsiminde de kış meyvesini buluyordu.
Zekeriyya (a.s), "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" diye sorunca, Meryem, "Allah tarafındandır." diye cevap veriyordu
(el-Kurtubî, Ahkâmu'/-Kur'ân, IV, 69 vd).
Zekeriyya (a.s) Hz. Meryem'in yanında böyle yaz mevsiminde kış meyvesini ve kış
mevsiminde de yaz meyvesini görünce, Meryem'e bu nimetleri veren, buna gücü yeten yüce Allah, eşimin yaşı geldiği
halde, bize hayırlı bir evlat verebilir şeklinde düşündü ve hayırlı bir evladın olması
için Allah'a gizlice şöyle dua etti:
"Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı, Rabbim!.Sana yalvarmaktan
dolayı herhangi bir şeyden mahrum kalmadım. Doğrusu, benden sonra yerime geçecek yakınlarımın
iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kısırdır. Katından bana bir oğul bağışla
ki, bana ve Yâkub oğullarına mirasçı olsun! Rabbim! O'nun, senin rızanı kazanmasını da
sağla!" (Meryem,19/4,5,6)
"Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet!" (Âlu İmrân, 3/38)
"Rabbim! Beni tek başıma bırakma! Sen varislerin en hayırlısısın" (el-Enbiyâ,
21/89).
Gücü her şeye yeten Yüce Allah, Zekeriyya (a.s)'ın duâsını kabul etti ve O'na bir erkek
evlad vereceğini müjdeledi:
"Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik"
(Meryem, 19/7).
"Mihrabda namaz kılmaya durduğu sırada, hemen melekler ona şöyle seslendi: "Haberin olsun!
Allah sana Yahya adlı çocuğu müjdeliyor. O, Allah'tan gelen bir kelimeyi (İsâ'yı) tasdik edecek, milletinin
efendisi olacak, nefsine hakim bulunacak ve salihlerden bir peygamber olacaktır" (Âlu İmrân, 3/39).
Zekeriyya (a.s), Allah'ın verdiği bu müjdeye şaştı, hayret etti. Çünkü kendisi de
hanımı da hayli yaşlı idiler. "Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken
nasıl oğlum olabilir?" (Meryem, 19/8) diyerek, bu ilginç müjde karşısında hayretini dile getirdi.
Yüce Allah ona şöyle cevap verdi:
"Rabbin böyle buyurdu. Çünkü bu bana kolaydır. Nitekim sen yokken, daha önce seni yaratmıştım"
(Meryem, 19/9).
Kur'ân'ın başka bir yerinde bu durum şöyle haber verilmiştir:
"Zekeriyya'nın duasını kabul edip kendisine Yahya yı bahşetmiş, eşini
de doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve
umarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı" (el-Enbiya, 21/90).
Yüce Allah'ın bu güzel müjdesine son derece sevinen Zekeriyya (a.s)
"Rabbim! Öyle ise bana bir alamet var, dedi" (Meryem, 19/10). Allah ona şu cevabı verdi:
"Alâmetin; üç gün, işaretten başka şekilde insanlarla konuşmamandır. Rabbını
çok an, akşam sabah hamdet!" (Âlu İmrân, 3/41).
Gün oldu, Zekeriyya (a.s)'ın nutku tutuldu. Mihrabdan çıktı ve milletine: "Sabah-akşam
Allah'ı tesbih edin! diye işârette bulundu" (Meryem, 19/11).
Zamanı gelince, Zekeriyya (a.s)'ın oğlu Yahya (a.s) dünyaya geldi.
Yukarıda görüldüğü gibi, Zekeriyya (a.s) ile ilgili olarak zikredilen âyetlerin çoğu, dua
mahiyetindedir. O, çok dua eden, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek tam bir teslimiyet içinde yaşayan
Yüce bir peygamberdi. Allah: "Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa ve İlyas'a da (yol göstermiştik). Hepsi iyilerden (idi)ler"
(el-En'âm, 6/85) diyerek onu şahit peygamberlerle birlikte anmıştır.
Zekeriyya (a.s) bu şekilde ömrünü ibâdetle geçirdi. Daima insanları Yüce Allah'a inanmaya ve O'nun
yolunda yürümeye cağırdı. fakat azmış olan, küfre dalan ve önünü görmeyecek kadar gözü dönenler,
onu şehid ettiler (Taberî, et-Tarih, Mısır 1326, II, 16; Ahmet Cevdet Paşa, Kısus-r Enbiyâ, İstanbul
1966, I, 41).
Hz. YAHYA (a.s)
Kur'an'da adı geçen peygamberlerden biri. Yüce Allah tarafından, Kur'an'da: "Ey Zekeriyya! Sana
Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik" (Meryem, 19/7) ayeti ile
haber verildiğine göre; Yahya (a.s.), Zekeriya (a.s)'ın oğlu idi. Kendisine Yahya adı da, Allah tarafından
verilmişti.
Yahya (a.s)'nın yüzü güzel, kaşları çatık, saçları seyrek, burnu uzun, sesi ince
ve parmakları kısa idi. O, İsâ (a.s)'dan altı ay önce dünyaya gelmişti. Yani Isâ (a.s)'dan altı
ay büyüktü. Dolayısıyla, Musa (a.s)'nın şeraitiyle amel eden peygamberlerin sonuncusuydu.
Daha küçük yaşta iken, kendisine hikmet verilmişti. Yaşıtı olan çocuklar kendisine:
"Ey Yahya! Bizimle gel, oynayalım" dedikleri zaman:
"Ben, oyun için yaratılmadım" derdi (es-Sa'lebî, el-Arais, Mısır 1951, 375 vd.).
Onun küçüklüğünden itibaren böyle temiz, saygılı ve ibâdet ehli olduğu, Kur'an'da şöyle
haber verilmiştir:
"(Ona çocukluğunda): Ey Yahyâ! Kitabı, kuvvetle tut! (dedik). Henüz çocuk iken, ona, hikmet'i verdik
(Tevrat'ı öğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalb yumuşaklığı ve (günahlardan) temizlik
(verdik). O, çok muttaki idi. Anasına ve babasına itaatlı idi, bir serkeş ve asi değildi. Dünyaya
getirildiği günde, öleceği gün de, diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı gün de, ona, selâm
olsun!" (Meryem, 19/12, 13, 14, 15).
Bu ayetlerde görüldüğü gibi Yüce Allah, Yahya (a.s)'nın çeşitli güzel vasıflarını
haber vermiş ve onu selamla anmıştır. Bu, onun doğduğunda, vefat ettiğinde ve ahiret gününde
Allah'ın himâyesinde bulunduğunu ifâde etmektedir. Her insanın başına geleceği kesin olan bu
üç yalnızlık ve korku günlerinde Allah'ın selâm ve esenliği içinde olmak, ne büyük bir bahtiyarlıktır.
Bu üç durumda Allah'ın himayesinde bulunmak, bir nevi devamlı bir şekilde Allah'ın himayesinde bulunmak
demektir (Muhammed Ali es-Sabûnî, Safvetu't-Tefâsîr, İstanbul 1987, II, 213).
Yahya (a.s) Allah'ın emrettiği gibi kitabı kuvvetle tuttu. Önce Tevrat'a ve daha sonra İncil'e
uygun hareket etti. Bu mukaddes kitapların hükümlerinin milleti tarafından yaşanması için çalıştı.
Hz. Muhammed (s.a.v) onun bu mücâdelesi hakkında şöyle buyurdu:
"Yüce Allah, Zekeriyya (a.s)'nın oğlu Yahya (a.s) ya, hem kendisi amel etmek, hem de amel etmeleri
için İsrail oğullarına emretmek üzere, beş kelime emretmişti. Kendisi bu hususta biraz ağır
ve yavaş davranınca, İsâ (a.s) ona:
-Sen, hem kendin amel etmek hem de amel etmelerini İsrâil oğullarına emretmek üzere, beş
kelime ile emrolunmuştun. Bunu İsrail oğullarına ya sen tebliğ edersin, ya da ben tebliğ ederim,
deyince, Yahya (a.s):
-Ey kardeşim! Sen bu vazifeyi yerine getirmekte beni geçersen, ben azaba uğramamdan veyâ yere batırılmamdan
korkarım, dedi ve hemen İsrâil oğullarını Beytü'l-Makdis'te topladı. Beytü'l-Makdis, İsrail
oğulları ile doldu. Yahya (a.s) yüksek bir yere oturarak Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi:
-Yüce Allah, bana, hem kendim amel edeyim, hem de amel etmenizi size emredeyim diye beş kelime emretti.
Onların ilki, Allah'a hiç bir şeyi Şerik koşmaksızın, O'na ibâdet etmenizdir. Bunun misâli,
öz malı olan altın veya gümüşle bir köle satın alıp çalıştıran bir adama benzer ki,
köle çalışmasının kazancını, efendisinden başkasına ödüyordur. Hanginiz, kölesinin
böyle davranmasına sevinir, razı olur? Hiç kuşkusuz, sizi yüce Allah yarattı ve rızkınızı
vermektedir. Öyle ise Allah'â, hiç bir şeyi şerik koşmaksızın, ibâdet ediniz.
Allah namaz kılmanızı size emretti. Namaza durduğunuzda, yüzünüzü sağa sola çevirmeyiniz.
Şüphe yok ki Yüce Allah, kulu, yüzünü başka tarafa çevirmedikçe, hep ona yöneliktir.
Allah size oruc'u emretti. Bunun misâli, yanında misk kesesi olduğu halde, bir topluluk içinde
bulunan ve hepsi ondaki misk kokusunu duyan bir kimseye benzer. Hiç şüphesiz oruçlunun ağzının kokusu,
Allah'ın katında misk kokusundan daha güzeldir.
Allah size sadakayı emretti. Bunun misâli, düşmanın esir edip elini boynuna bağladıkları
ve boynunu vurmak üzere yaklaştırdıkları bir kimseye benzer ki o, "canımı elinizden kurtarmak
için size bir fidye, kurtulmalık versem, olmaz mı?" diyerek kendisini onlardan kurtarıncaya kadar, az çok kurtulmalık
akçesi öder durur.
Allah size Allah'ı çok zikretmenizi, anmanızı da emretti. Bunun misâli, düşmanın
süratle kendisini takib ettiği bir kimseye benzer ki, sağlam bir kaleye gelip onun içine sığınmıştır.
İ,îte kul da, Allah'ı zikir ile meşgul oldukça, şeytandan böyle korunur" (et-Tirmizî, es-Sünen, el-Emsâl,
3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 202).
Bu hadiste görüldüğü gibi tevhid inancı, namaz, oruç, zekât ve zikir gibi ibâdetler, yalnız
Hz. Muhammed (s.a.v)'in ümmetine mahsus ibâdetler değildir. Daha önceki peygamberlerin de ümmetlerine emrettiği
ibâdetlerdir.
Yahya (a.s)'da, babası Zekeriyya (a.s) gibi milleti tarafından şehid edildi (Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, I, 421).
Hz. İSA (a.s)
Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Hz.
İsa (a.s) batılı tarihçilere göre miladi yıldan dört veya beş sene kadar önce doğmuştur.
Yine batılı tarihçilere göre Hz. İsa (a.s) Romalıların elinde bulunan Yahudiye'de
Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde otuz yaşlarına doğru peygamberliğini insanlara bildirdi.
Önce Celile'de sonra Kudüs'te insanları hak dine davet etti. Yahudilerin dinini ikmal onların dine kattıklarını
düzeltmek için gönderilen Hz. İsa (a.s) kendisine indirilen İncil adlı kutsal kitapta bunu şöyle anlatır:
"Ben yok etmeğe değil, tamamlamaya geldim." Hz. İsa (a.s), yahudilerin tahrif ettiği Eski Ahid'i onların
anlayışından kurtarmaya, Hz. Musa (a.s)'ın getirdiği akideyi yerleştirmeye ve yahudilere daha
önce bildirilen zahmetli bazı ilahi kanunları hafifletmeye çalıştı.
Memleketi Celile'de Genaseret gölü kıyısında ilk vaaz ve tebliğlerini bildiren Hz. İsa
daha sonra Kudüs'e gitti. Yahudiler Hz. İsa'yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus'a şikayet ettiler.
Havarilerin içinde Yahuda isimli birisi Hz. İsa'ya ihanet etti ve Hristiyanların inancına göre Hz. İsa
çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur'an-ı Kerîm'de ise hadise şöyle anlatılmaktadır: "Halbuki onlar İsa'yı
öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı" (en-Nisa, 4/156). Rivayete göre Hz. İsa'ya
ihanet eden Yahuda, Romalılar tarafından isa (a.s.) zannedilerek asılmıştır.
İsa (a.s); orta boylu, kırmızıya çalar beyaz benizli, dağınık, düz saçlı
idi. Saçını uzatır, omuzları arasına salardı. Geniş göğüslü, küçük yüzlü çok benli
idi: Sırtına yün elbise, ayağına ağaç kabuğundan yapılmış sandal giyer, çoğu
zaman da yalınayak yürürdü.
Kendisinin geceleri varıp barınacağı bir evi, ev eşyası ve zevcesi yoktu. Hiç
bir şeyi yarın için biriktirip saklamazdı. İsa (a.s) dünyadan yüz çevirir, ahireti özler, Allah'a ibadete
koyulurdu. Yeryüzünde nerede güneş batarsa orada konaklar iki ayağının üzerinde namaza durur; gece namaz
gündüz de oruç ile günlerini geçirirdi (M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, II. 334, 335). İsa (a.s) göğe
kaldırıldığı zaman, yün bir kaftan, bit çift mesti, bir de deri dağarcıktan başka
bir şey bırakmamıştı (Abdurrezzak, Musannef, XI, 309).
Kur'an-ı Kerîm'e göre Hz. İsa (a.s)'ın annesi Hz. Meryem'dir. Meryem (a.s), yine Kur'an'da
ismi geçen dört seçkin aileden biri olan İmrân ailesinden idi. Hz. Meryem, Zekeriya (a.s)'ın koruması ve gözetim
altındaydı. Meryem, Beytü'l-Makdis'te, doğu tarafta özel bir bölmeye yerleştirilmişti. Zekeriya (a.s),
Meryem'in yanına geldikçe orada, rızkını ve yiyeceğini hazır görürdü. Hz. Meryem, Beytü'l Makdis'te
zikirle, ibadetle hayatını geçiriyordu. İşte bu sırada Allah, ona bir beşer sûretiyle Cebrail'i
gönderdi. bu durum, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde anlatılır: "Meryem dedi ki; ben senden Rahman'a
sığınırım. Eğer O'ndan korkuyorsan bana dokunma! O da, ben, temiz bir oğlan bağışlamak
için Rabbının sana gönderdiği elçiden başkası değilim, dedi. Meryem; bana bir insan temas etmemişken,
ben kötü kadın olmadığım halde nasıl oğlum olabilir? dedi. Cebrail, bu böyledir; çünkü Rabbın,
"bu bana kolaydır, onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız," diyor,
dedi. İş olup bitti. Böylece Meryem, İsa'ya gebe kalarak bir köseye çekildi. Doğum sancıları
başladı ve başına gelen bu hadiseden dolayı çok üzülerek, keşke bundan önce ölseydim de unutulup
gitseydim, dedi" (Meryem, 19/1 8-23).
Cebrail, Meryem (a.s)'e, babasız doğuracağı çocuğun özelliklerini ve mücadelesini
haber vermiş, Meryem'i teselli etmiş ve ayrılıp gitmişti. Hz. Meryem'in kendisini Allah'a ibadete
verdiğini ve onun tertemiz bir kadın olduğunu bilenler de bilmeyenler de bu duruma hayret etmiş ve doğumun
bu şekilde nasıl olabileceği tartışmasına girmişlerdi. Hz. Meryem ise olayı, çocuğa
sormalarını işaret etmişti. Fakat "Onlar, biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz? dediler.
Çocuk, ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım,
beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece namaz kılmamı ve zekât vermemi, anneme iyi davranmamı
emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün de,
bana selâm olsun, dedi" (Meryem, 19/23-33).
İsa (a.s)'ın babasız olarak mucizevî bir şekilde doğuşu, Allah'ın dilemesinden
ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibariyle Adem (a.s) ile İsa (a.s) arasında fark yoktu. Nitekim ayet-i
kerimede, durum şu şekilde izah edilir: "Gerçekten İsa'nın babasız dünyaya geliş hâli de Allah
katında Adem'in hâli gibidir. Allah, Âdem'i topraktan yarattı, sonra da ona ol dedi; o da hemen (insan) oluverdi"
(Âlu İmrân, 3/59).
İsa (a.s) otuz yaşında iken peygamberlik görevi aldığında, hemen İsrailoğullarına
durumu bildirdi. İsa (a.s)'nın çağrısına kulak tıkayan ve ellerindeki Tevrat'ı tahrif edip
pek çok değişiklikler yapan İsrailoğulları, Hz. İsa (a.s)'a inanmadılar. Ayrıca Allah,
Hz. İsa'nın risâletini destekleyen mucizelerde gösteriyordu. Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen mucizeleri şunlardır:
İsa (a.s) nın, çamurdan kuş biçiminde bir heykel yapması ve onu üfleyince kuş olup uçması, ölüleri
diriltmesi; anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulmuş olanları tedavi etmesi; gökten
sofra indirmesi (el-Mâide, 5/110-115); Havarîlerin ve diğer arkadaşlarının evlerinde ne yediklerini ve
neler sakladıklarını söyleyerek gaybdan haber vermesi (Âlu İmrân, 3/49).
İsrailoğulları, İsa (a.s.)'ı ve ona tâbi olanları durdurmak için pek çok yol
denediler; sonunda Hz. İsa'yı öldürmeğe karar verdiler. Ancak Allah, onların planlarını etkisiz
hâle getirdi. Yahudiler, İsa (a.s.)'a benzeyen birini yakalayıp astılar ve "Meryem oğlu İsa Mesih'i
öldürdük" dediler (en-Nisâ, 4/157). Öte yandan Kur'an-ı Kerîm, asıl durumu şu şekilde açıklar: "Halbuki
onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. Ayrılığa
düştükleri şeyde, doğrusu şüphededirler. Onların bu öldürme olayına ait bir bilgileri yoktur.
Ancak kuru bir zan peşindedirler. Kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah, onu kendi katına yükseltti. Allah
güçlüdür, hâkimdir" (en-Nisâ, 4/157-158).
İsa (a.s) ayette de belirtildiği gibi, öldürülmeden göğe yükseltilmiştir. Mezarı
dünyada değildir. Ayrıca Mi'rac'da, peygamberimiz kendisini görmüştür. Hz. İsa, göğe yükselmeden
önce, havârîlerine ve tüm insanlığa şu müjdeyi vermişti: "Ey İsrailoğulları! Doğrusu
ben, benden önce gelmiş olan, Tevrat'ı doğrulayan ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi
müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim" (es-Saf, 61/6).
Hz. İsa (a.s) göğe çekildiği sıralarda kendisine inananların sayısı çok
azdı. Daha sonra bir ara Hz. İsa'nın getirdiği inancı kabul edenler çoğaldı ise de, sonunda
Hristiyanlar da İsrailoğulları gibi yoldan çıktı ve pek çok yanlışlıklara saptılar.
Bugün, Hıristiyanların sahip oldukları teslis inancı, İsa (a.s)'nın göğe yükseltilmesinden
hemen sonra ortaya çıkmıştır.
İsa (a.s)'ın annesi Hz. Meryem Hz. İsa'nın göğe çekilmesinden sonra altı sene
kadar daha yaşamış ve ölmüştür (Hakim, Müstedrek, II, 596).
Hz. İsa (a.s)'a dört büyük ilâhi kitaptan biri olan İncil verilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de
İncil'in Hz. İsa'ya verilişi ile ilgili şu bilgiler vardı: "Arkalarından da izlerince Meryem
oğlu İsa'yı Tevrat'ın bir tasdikçisi olarak gönderdik; ona da bir hidâyet, bir nur bulunan İncil'i,
ondan evvelki Tevrat'ın bir tasdikçisi ve sakınanlara bir hidâyet ve öğüt olmak üzere verdik" (el-Mâide, 5/11).
Ancak bu İncil de Tevrat gibi tahrifata uğramış: tır. Bununla birlikte Allah Teâlâ tarafından
son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen Kur'an-ı Kerîm, Zebur, Tevrat ve İncil'in hükümlerini ve geçerliliklerini
ortadan kaldırmıştır. Hz. İsâ İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre cisim ve ruhuyla
göğe yükseltilmiştir. Kıyamet vaktine yakın yeryüzüne inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek
ve İslâm şeriatıyla hükmedecektir (bk. Buhârî, Buyu', 102).
Hz. İsa bedeniyle göğe yükseltildiğinden, Kur'an-ı Kerim'de bildirilen "ölümden evvel"
(en-Nisa, 4/159) ve "öleceğim güne ve diri olarak ba's edileceğim güne" (et-Tevbe, 9/34) mealindeki ayetler Hz.
İsa'nın nüzûlünden sonraki ölümünü anlatır. Hz. İsa gökten Arz-ı Mukaddes'e inecek, elinde bir kargı
olacak; Afik denilen bir yerde ortaya çıkacak ve Kargı ile Deccâl'ı öldürecek ve sabah namazında Kudüs'e
gelecektir. İmam kendi yerini ona vermek isteyecek fakat o İmâm'ın gerisinde Hz. Peygamber (s.a.s)'ın
şeriatına uygun olarak namazını kılacaktır. Sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracak,
sinagoglar ve kiliseleri yıkacak ve kendisine iman etmeyen bütün hristiyanlarla savaşacaktır.
Hz. İsa nüzûlünden sonra kırk sene daha yaşayacak, öldüğünde müslümanlar namazını
kılacak ve İslâm dinine uygun olarak gömülecektir.
|
|
|
|