HAKKIDIR HAKKA TAPAN MILLETIMIN ISTIKLAL

islamda hicret
ana sayfa
ARAPCA
Benim Siirlerim
güzel söz
INGILIZCE
kuran ogreniyorum
kuran-i kerim
40 hadis
elmalili tefsiri
islamacevap sitesini kuranlara benim sitilimle reddiye ve cevap
islamda hicret
3 aylar
incil
dinler arasi diyalog nedir?
who is paraclet?
osmanli tarihi
sozluk
program indir
kissadan hisse
esma ul husna
alimler
islami siteler
tefsir
arapca genel
misiri taniyalim
kiyamet alametleri
firavunlarin sonu
Danamarka ne istiyosun muslumanlardan
siyonizm donemi
indir
ezgiler
kitaplar
istiklal marsi
fetvalar
zuhru ahir nedir?
satista vade varmidir?
miras
israiliyyat nedir?
bush`a ithaftir
ilahiler
faydali linkler
firkalar
mehdi kimdir?
ehli sunne vel cemaat
nesefi akidesi
Selam
begenilen yazilar
siyer-i enbiya
usul nedir?
islam tarihi
gizli dunya siyonizmi
tevhid delilleri
teklif ve mukellef
tasavvuf
Namaz hocasi
Veda hutbesi
fikhul ekber
Uydurma hadis nedir?
kelam
iman nedir? islam nedir?
yeni fikirler
MISIRDA OSMANLI ESIR KAMPI VE ERMENILER
sozde ermeni soykirimi nedir?

yesrip sitesi

 

HİCRET

 

Bir yerden başka bir yere göç etmek.

Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının İslâm devletini kurmak üzere Mekke'den Medine'ye göç etmeleri.

Rasûlullah Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz onların bu cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hacc mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm'ı anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur'ân okudu ve İslâm'a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.

"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman oldular.

Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamber'in geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle aralan açılan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü. kazıyacağız" diyorlardı.

Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hacc için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize söz verip bey'at ettiler.

Peygamberliğin onüçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hacc için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar.

Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk konuşmayı Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceğiniz sözü yerine getirebilecek ve kendisini muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu bırakımı. Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."

Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbımıza bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de, esirgeyip koruyacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde sadıkız".

Peygamberimiz iki şart ileri sürdü, "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdular. Medineliler "bu kârlı alış veriştir" deyip Allah Rasûlüne bey'at ettiler.

Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra peygamberimiz müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk olarak Cahşoğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak karısını dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."

Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve diğer müslümanlar hicret ettiler.

Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz ona "acele etme, belki Allah sana bir arkadaş bulur" diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.

Kureyşliler müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis binasında toplandılar. Çeşitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.

Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâçoğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini bildirdi.

Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye Peygamberimizin evinde kalması emredildi.

Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin evini kuşattılar. Allah Rasûlü Kur'ân okuyarak Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmiştir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin yatağında yatanın Hz. Ali olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.

Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ebu Bekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp Hıra mağarasına gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri şaşırtmak için de böyle bir yola başvurulmuştu.

Müşrikler hz. Ali'yi ve Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'ın oraya girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Rasülünün mağarada gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.

Hz. Peygamber (s.a.s) ile Hz. Ebu Bekir bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebu Bekir'in çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykıt Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir'in bineceği develeri getirdi. Peygamberimiz devenin ücretini Ebu Bekir'e ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.

Kureyşliler, Peygamberimizi bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca şaşkına döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya başladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Rasûlünü bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetişti. Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü. Böylece Allah bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü yalnız bırakmamış ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.

Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu. Peygamberimize ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.

Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman oldular. Büreyd, peygamberimizin Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin bayraktarlığını yapmış oldu.

Peygamberimizin Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye başlamıştı. Peygamberimizin ve arkadaşlarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla " ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'ın geldiğini onlara haber verdi.

Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi karşıladılar. Peygamberimiz burada bir müddet kaldı ve Kuba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da Rasûlulah'a yetişti.

Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam etti.

Peygamberimiz bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâroğullarına kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccaroğullarının kızıydı. Dolayısıyla Neccaroğulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.

Neccaroğulları Peygamberimizi Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu. Allah Rasûlü hiç kimseyi kırmak istemiyordu. " Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur" diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz bu araziye akrabalarından kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin evine misafir oldu.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye gelişi Medineli mü'minleri büyük bir sevince boğdu.

Bütün mü'minler, evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler "Yâ Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!" diyerek bağırıyorlardı. (Müslim, Sahih, VIII, 237). Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda "Rasûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı (Ebû Davud Sünen, II, 579)

Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emr ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı (Semhudî, Vefaü'l-Vefa, I,187, Halebi insanü'l-Uyun, II, 58).

Berâ' b. Âzib: "Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sevindikleri kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim demiştir.

Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'ın Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der (İbn Sâ'd, Tabakat, I, 233, 234).

Rasûlullah Medine'ye varınca mü'minlerin her biri kendi evinde ağırlamak istediler ve bu konuda yarışırcasına hareket ettiler. Rasûlullah'ı misafir edebilmek için devesinin önüne geçiyorlardı. Efendimiz onlara "Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona emir buyurulmuştur" diyordu (Semhûdî-Vefâü'l-Vefâ, I,183).

TARIHTE HICRET: HZ. İBRAHIM (A.S)'IN HICRETI:

Hz. İbrahim, kendi kavmine Allah'ın dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun eğmemiş, bir bir işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip almamıştır. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi doğrultusunda gitmektedir. Hz. İbrahim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir.

Hz. İbrahim kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını anlarınca, sapıklık ve küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1437).

Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur: "Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karşı yer de olsa Cennet'te İbrahim ve Muhammed (s.a.s) onun arkadaşı olur."

ASHAB-I KEHF'IN HICRETI:

Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan kaynaklanmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm Ashab-ı Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler" (el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da onların hidayetlerini artırmıştı". Ashab-ı Kehf'in, kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulman ve Allah'ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi.

"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan (Allah'dan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?" dediklerinde, onların kalplerini (sabır ve sebat ile hakka) bağlamıştık."

(Birbirlerine şöyle demişlerdi):

"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın " (el Kehf,18/ 14,16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.

HABEŞISTAN'A HICRET:

İslâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz, sayıları yüzü bulan sahabiye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki defa hicret edildi.

Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama. en azından orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkanlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için bir izin verilmiş oluyordu...

HICRETIN HÜKMÜ:

Kur'ân'ın bir çok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden... söz eder.

Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir:

"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya" derler. İşte onlar böyle. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna" (en-Nisâ, 4/97, 98).

Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:

"Peygamber (s.a.s) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine İbn Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaşlarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan mağfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542).

Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamiyle yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.

Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (İbn Kesîr Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-İslam'a hicret etmekten alıkoymaz.

Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek için Dârü'l-İslâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının,da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan ayet ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı konusunda icmâ' vardır (eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 29).

Kişi "ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/100). Bu bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.

Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.

İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin belirli bir dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyamete kadar kaimdir.

Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasını getirerek, Rasûlullah'a babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir: " Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur" Hadîsin râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır (İbn Mace Keffâret).

Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.

Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir:

"Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır" (Ebû Davûd, Cihad).

Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olması söz konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-İslâm'a hicret etmemin vucûbu kıyamete kadardır. Ebu Bekr İbnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 29) der.

Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna aymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir müessesedir.

Peygamber Efendimiz, bazan büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptıklarında do muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî müslümanların aynısı olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacok, ancak müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten pay alamayacaklardır" (İbn Kesîr, Tefsîr, III, 329).

Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.

Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savaşçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm düşmanları tarafından işgal edilecekti (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakımdan Peygamber Efendimiz İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.

HICRET EDENLER VE ECIRLERI:

Allah (c.c) için yapılan her hareket, tavır ve söz'ün karşılıksız kalması mümkün değildir. Allah için bulunduğu yeri, bin bir zorluk altında terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde kullukta bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c) Kur'ân-ı Kerîm'de, hicret edenlere müjdeler vermektedir:

"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler" (el-Bakara, 2/ 219; et-Tevbe, 9/20).

"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah razı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği nimet ve sevap)dan razi olmuşlardır. Onlar o cennetlerde ebedî kalıcıdırlar" (et-Tevbe, 9/100).

"(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı" (en-Nahl, 16/41).

Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi şartıyla bey'at edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını anlatmıştı: "Sen İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce işlemiş günahları yok ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan önce) işlenmiş günahları silip süpürdüğünü bilmiyor muydun?"

Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlık âlemini insan için yaratan ve onları insanın emrine veren Allah'tır. İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır. Bundan yüz çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanların mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine zulüm etmiş olmaktan" kurtaramayacaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir:

"Ey inanmış olan kullarım, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O halde (şuna buna değil de) yalnız bana ibadet edin (el-Ankebût; 29/56).

Bu ayetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım müslüman hakkında nazil olduğu bildirilmektedir.

Bu ayet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları bir yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerle" ( İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II,14). Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dininî, bütünüyle Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine ibadet ettikleri yerdir."

İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibadetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır" (Elmalı, U.H. Y. Hak Dinî Kur'ân Dili, V, 3790).

 

 

HABEŞİSTAN HİCRETİ

 

Müslümanların Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm'ın öngördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan'a yaptıkları göç. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında (614), ikincisi de altınca yılın (615) başlarında olmak üzere iki defa hicret ettiler. Bu hicretler birinci Habeşistan hicreti ve ikinci Habeşistan hicreti olarak adlandırılır.

Kur'an'da hicret, cihaddan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir. Bunun nedeni açıktır. Bir mümin için en önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek Allah'ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mümin kendi ülkesinde, yaşadığı çevrede bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün, malının mülkünün, akraba ve dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mümindir. Bu nedenle Mekke'de, müminler müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden böyle bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur'an onları, hicretin anlam ve önemini bildiren ayetlerle muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir ayette, "De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbinizden korkun. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak, sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir" (ez-Zümer, 39/10) buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir. "Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz; ahiret mükafatı ise daha büyüktür" (en-Nahl,16/41), ayeti ise müminleri hicrete açıkça teşvik eder.

Kur'an, bir yandan müminleri hicrete hazırlarken, diğer yandan da hristiyanlık ve Hz. İsa hakkında gerekli bilgilerle donatıyordu. Habeşistan hicretinin hemen öncesinde gelen Meryem suresi, müminleri bu konuda yeterince bilgilendirdi. Ayrıca, müminlere hristiyanlarla nasıl mücadele etmeleri gerektiği öğretildi: "İçlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki; "Bize indirilene de, size indirilene de inandık. İlâhımız ve ilâhınız birdir, biz de O'na teslim olanlarız" (el-Ankebût, 29/46). Bu hazırlama ve bilgilendirmeden sonra, müminlerin hicreti bilfiil gerçekleştirmeleri yönünde açık işaretler taşıyan şu ayetler geldi: " Ey inanan kullarım, benim arzım geniştir, bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. İnanıp iyi işler yapanları cennette, altlarından ırmaklar akan yüksek odalara yerleştiririz; orada ebedî olarak kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabredenler ve Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz; onları da, sizi de Allah besler. O işitendir, bilendir" (el-Ankebût, 29/56-60). Ankebût suresi, çoğu müfessire göre Habeşistan hicretinden çok sonra, Medine'ye hicretten hemen önce inmiştir. Ancak merhum Mevdûdî, yaptığı tahkikle surenin Habeşistan hicretinden önce indiği sonucuna varır. Ona göre önceki müfessirleri surenin hicretle ilgili ayetleri yanıltmış, yanlış değerlendirmelerine neden olmuştur. Daha önce merhum Derveze de aynı sonuca ulaşmış olmalı ki, Türkçe'ye "Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı" adıyla çevrilen eserinde andığımız ayetlerin Habeşistan hicretinin gerçekleştirilmesine işaret eden bir anlam taşıdıklarını belirtir (II, 233).

Andığımız son ayetler indiği sırada artık hicret zamanı gelmişti. Çünkü müşriklerin zulümleri, baskı ve işkenceleri dayanılmaz bir hadde ulaşmıştı. Hz. Peygamber, müminlerin Habeşistan'a hicret etmelerini buyurdu. Rivayetler, hicret yurdu olarak Habeşistan'ın seçilmesinin nedenini, Necâşî'nin zulme rıza göstermeyen, adil bir insan olmasına bağlar. Buna ilâve olarak sıkı ticaret ilişkileri nedeniyle tanınmasının, halkının ilâhî kaynaklı bir inanca (Hristiyanlık) sahip olmasının ve son olarak İslâm'ın orada yayılma imkânının bulunmasının da seçimi etkilediği söylenebilir.

Hz. Peygamber'in tavsiyesi üzerine bir grup mümin Mekke'den ayrılarak Habeşistan'a göçtü. Nübüvvetin beşinci yılının (614) Receb ayında gerçekleşen ilk bu hicrete en çok kabul gören rivayete göre onbiri erkek, dördü kadın olmak üzere toplam onbeş kişi katıldı. Bunlar arasında Hz. Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Seleme b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahabîler de bulunuyordu. Bu ilk muhâcirler Habeşistan'da son derece iyi karşılandılar. Kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibadet ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı. Fakat iki ay sonra, müşriklerin müslüman oldukları yolunda yanlış bir haber nedeniyle Habeşistan'dan ayrılarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakınlarına gelince gerçeği öğrendilerse de iş işten geçmişti. Çaresiz, herbiri bir kabîle reisinden emân alarak Mekke'ye girdiler.

Habeşistan'dan dönen müminlerin büyük çoğunluğu kendi aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı. Müşriklerin zulümleri de her geçen gün biraz daha şiddetlendi. Öte yandan ilk hicret, Habeşistan'ın müminler için güvenli bir yer olduğunu göstermişti. Bu nedenle Hz. Peygamber müminlere ikinci kez hicret izini verdi. Nübüvvetin altıncı yılı (615) başlarında, Ca'fer b. Ebî Tâlib'in önderliğinde gerçekleştirilen bu ikinci hicrete 18 ya da 19'u kadın olmak üzere toplam 101 ya da 103 müslüman katıldı. İlk muhâcirlerin hemen tümü, ikinci hicrette de yeraldı. İkinci hicret, Mekke'de tam bir matem havası estirdi. Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete katılmayan aile yok gibiydi. Bir ailenin oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin kardeşi gitmişse, diğerinin babası ya da amcası gitmişti.

İkinci Habeşistan hicreti müşrik liderleri büyük bir telaşa düşürdü. Böylesine büyük bir kitle hâlinde gelen müslümanlar, son derece müsâit bir ülke olan Habeşistan'ın İslamlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz. Peygamber'e güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi. Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne geçmek için Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile Abdullah b. Ebî Rabîa'yı Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi kararlaştırdılar. Planlarına göre elçiler önce Necâşi'nin yakın çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler, daha sonra onların da yardımlarıyla. Necâşî'nin müslümanları Mekke'ye iade etmesini sağlayacaklardı. Fakat sonuç hiç de umdukları gibi olmadı. Gerçi elçiler yakın çevresinin desteğini sağladılar ama, gerçekten adil bir insan olan Necâşi'yi bütün diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine ortak edemediler.

Elçiler Necâşî ile görüşerek muhacir müslümanların birtakım beyinsiz gençler olduklarını, kendi dinlerini terkettiklerini fakat hristiyan da olmayarak yeni bir din icad ettiklerini, onları gözetmek amacıyla akrabalarının iade edilmelerini istediklerini söylediler. Necâşî, kendileriyle görüşmeden bir karar veremeyeceğini belirterek müslümanları yanına çağırttı; elçilerin taleplerini aktararak ne diyeceklerini sordu. Ca'fer b. Ebî Tâlib böyle bir talebe hakları olmadığını göstermek amacıyla elçilerden; kendilerinin köleleri, borçluları ya da kısas etmek istedikleri katiller olup olmadıklarının sorulmasını istedi. Amr'ın sorulara olumsuz cevap vermesi üzerine, ne hakla iade talebinde bulunulduğunu öğrenmek istedi. Amr'ın daha önceki sözlerini tekrarlaması ve Necâşî'nin İslâm hakkında bilgi istemesi üzerine Hz. Ca'fer ünlü konuşmasını yaptı.

Ca'fer b. Ebî Tâlib, İslâm öncesi durumları ile Hz. Peygamber ve İslâm hakkında kısaca bilgi verdiği bu konuşmasında şunları söyledi: "Ey Hükümdar, biz, cahil bir kavim idik. Putlara tapardık. Ölü eti yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabamızla ilgilenmez, ilgimizi keserdik. Komşularımıza iyi davranmaz, kötülük yapardık. İçimizden güçlü olanlar zayıf olanları yer, ezerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu sopunu, doğru sözlülüğünü, eminliğini, iffet ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar biz hep bu durum ve tutumda idik. O peygamber, bizim ve babalarımızın Allah'tan başka tapına geldiğimiz taştan vesâireden yapılmış putları bırakarak Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız O'na ibadet etmeye bizi davet etti. Doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan, kan dökmekten vazgeçmeyi bize emretti. Bizi her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten men ve nehyetti. Kendisine hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet etmemizi bize emretti. Ve yine bize namazı, zekâtı, orucu de emretti. Biz ona inandık ve kendisini tasdik edip doğruladık. Onun Allah tarafından getirdiklerine göre kendisine tabi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet ettik. Onun bize haram kıldığı şeyi haram, helâl kıldığı şeyi helâl bildik. Fakat kavmimiz üzerimize yürüyüp bizi yüce Allah'a ibadetten vazgeçirerek putlara taptırmak, dinimizden döndürmek, öteden beri serbestçe işleyegeldiğimiz kötülükleri tekrar işletmek için türlü işkencelere uğrattılar. Onlar bize galebe çalıp zulüm ve tazyikleri altında ezmeye başladıkları, dinimizle aramıza girdikleri zaman, senin ülkene çıkmak, sığınmak zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene can attık. Ey Hükümdar, bir, senin yanında hiçbir zulme ve haksızlığa uğramayacağımızı umuyoruz" (M. Asım Köksal, İslâm Tarih,i, Mekke Dönemi, IV. 191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225).

Konuşmayı dikkatle dinleyen Necâşî, yanlarında Kur'an'dan bir bölüm bulunup bulunmadığım sordu. Bunun üzerine Ca'fer, hicretlerinden hemen önce nazil olan Meryem Suresinin ilk otuzbeş ayetini okudu. Rivayetlere göre, ayetleri gözyaşları içinde dinleyen Necâşî, bunların Hz. Musa ve İsa'nın getirdikleriyle aynı kaynaktan geldiğini tasdik ederek, elçilere müminleri teslim etmeyeceğini bildirdi. Amr'ın, müslümanların Hz. İsa hakkında çok kötü sözler kullandıklarını söyleyerek Necâşî'nin kararını değiştirme çabası da Ca'fer'in, "O, Allah'ın kulu, resulu, ruhu ve O'nun, dünyadan ve erden geçerek Allah'a bağlanmış bir bakire olan Meryem'e ilka ettiği kelimesidir" şeklindeki cevabıyla yalnızca Necâşî'nin bu konudaki gerçeği kavramasına yaradı.

Habeşistan muhacirleri uzun yıllar hayatlarını burada huzur ve güven içinde sürdürdüler. Bu süre içinde başta Necâşî olmak üzere birçok kişinin müslüman olmasına vesile oldular. Bunların bir bölümü, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye geri döndü. Başta Ca'fer b. Ebî Tâlib olmak üzere büyük bölümü ise Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sırasında Medine'ye gelerek müslümanlara katıldı.

HABEŞ ÜLKESINE ILK HICRETIN TARIHI VE ORAYA ILK HICRET EDENLER:

Nübüvvet'in beşinci yılında, Receb ayında

1) Hz. Osman b. Affan, b. Ebil'As, b. Ümeyye

2) Hz. Osman'ın zevcesi Hz. Rukayya bint-i Resulüllah

3) Ebu– Huzeyfe b. Utbe, b. Rebia, b. Abd. Şems

4) Ebu– Huzeyfe'nin zevcesi Sehle bint-i Suheyl, b. Amr

5) Zubeyr b. Avvam, b. Huveylid, b. Esed

6) Mus'ab b. Umeyr, b. Haşim, b. Abd. Menaf, b. Abduddar

7) Abdurrahman b. Avf b. Abd. Avf, b. Abd, b. Haris, b. Zühre

8) Ebu– Seleme b. Abdul'esed, b.. Hilal, b. Abdullah, b. ömer, b.Mahzum

9) Ebu Seleme'nin zevcesi ümmü Seleme bint-i Ebi Ümeyye, b. Mugire, b. Abdullah, b. ömer, b. Mahzum

10) Osman b. Mazun, b. Habib, b. Vehb, b. Huzafe, b. Cumah

11)Amir b. Rebia'el'Anzi

12)Amir b. Rebia'nın zevcesi Leyla bint-i Ebi Hasme

13) Eb– Sebre b. Ebu Rühm, b. Abdul'uzza'l'Amiri

14) Ebu Sabre'nin zevcesi: ümmü Külsum bint-i Suheyl b. Amr

I5) Hatıp b. Amr, b. Abd şems

16) Süheyl b . Beyza

17) Abdullah b. Mes'ud

Dinlerinden döndürülmekten korkup dini bir vazife olarak , Kimi, yalnız başına, kimi, zevcesiyle,birlikte, Habeş ülkesine hicret etmek üzere kimi, binitli, kimisi de, yaya olarak.Mekke'den, gizlice yola çıktılar. Bu, İslam'da, ilk hicret idi.

 

 

GARANİK HADİSESl VE İÇ YÜZÜ

Resulullah Aleyhisselame bir gün Mekkede Kabe de Necm suresini okumağa başlayıp surenin ,son ve Secde ayeti olan 62. Ayetini okuduktan sonra, orada ,Secde etmiş,orada bulunan yanındaki arkasındaki herkes,Müslümanlar, Peygamberimize uyarak secde etmiş, cemeatten, secde etmeyen kimse kalmamıştır.Müşrikler, putlarının adını işittikleri için,putlarına, tazim maksadıyla secde etmişlerdi.Bu habesistandaki müslümanlara yanlis aksettirildi. Mekkeli Müsriklerin Müslüman olduklari zannedilerek bazi müslümanlar Habesistandan Mekkeye geri Dönmüslerdi.

 

MEKKENIN FETHI

Hudeybiye andlaşmasına göre Huzaa kabilesi, Resulullaha,Bekiroğulları kabileside Kureyş kabilesi himayesine girmişdi.Fakat Bekiroğulları kabilesi ansızın Kureyşlilerden Saffan bin Umeyye,İkrime bin Ebu Cehil, Süheyl bin Amr, Huveytıb bin Abduluzza, Mükrez oğlu Hafz ve bir kısım kureyşli müşriklerle Huzaa kabilesi üzerine saldırmışlar ve onlardan 23 kişiyi öldürmüşlerdi.Bunun üzerine Huzaa kabilesinden Amr bin Salim Huzai 40 kişilik toplulukla peygamberimize geldiler ve olayı Resulullaha anlattılar. Resulullah Kureyşlilere, ya bu saldırıda öldürülen 23 kişinin diyetinin ödenmesini yada Kureyşlilerin Bekiroğullarının himayesini bırakmasını istedi. Kureyşli Müşrikler bunları da kabul etmediler.Fakat yinede anlaşmayı bozdukları için içlerini korku bürüdü. Ve tekrar anlaşma yapmaları için Ebu Süfyan-ı Medineye yolladılar. Ebu Süfyan Peygamberimizden ve Sahabilerden Eman dilediysede kabul görmedi ve mekkeye eli boş olarak döndü.Peygamberimiz büyük bir ordu hazırlayarak gizlice Mekke şehrini kuşattı. Aniden basılan Mekkeli Müşrikler neye uğradıklarını şaşırmışlar ve savaş hazırlığını bile yapamamışlardı. On ikibin kişilik büyük islam ordusu hiç bir büyük olaya karışmadan kolayca Mekke şehrini fethetmişlerdir.Hicretin sekizinci yılında Resulullah (s.a.s.)'e boyun eğen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladı. Allah Teâlâ'nın mübarek kıldığı, İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış yeni bir hayata kavuştu. Daha önce bağımsız bir şehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da değişmişti. Mekke, ihtiyaçlarını temin edebilmek için ihtiyaç duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bağımlı değildi. Zira, İslâm devleti elde ettiği gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde taksim ettiği için Mekke'nin ihtiyaç duyduğu her şey İslâm devleti eliyle sağlanıyordu. Ayrıca eski ticarî faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini yitirmişti. Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu. Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu. Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanların kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini kıyamete kadar sürdürecektir.

.

Enter supporting content here